Unuttuğumuz, sıkılıp da bir kenara koyduğumuz tanelerini sana yeniden hevesle sunuşumuz ol. Pekmezin sadece kendimize değil bütün dünya mazlumlarına da iyi geleceğini hatırlayışımız ol.
Sevdiğimiz eski şarkıları yeniden gözden geçirişimiz, kızıp da kırdığımız bir daldan özür dilemeye gittiğimiz yol ol. Severek uyandığımız bir sabahın, dükkanını açışımız ol. İnsanları yeniden sevişimiz, babamızla barışmamız. Nasıl da mutluyuz seninle deyip, şaşırmamız ol. Aralık sonu yağan bir kara, takvim
"ne olacaktı" dese de, hayretimiz ol. Zihnimizin yeniden açılması, üç gün önce yediğimiz bir yemeği hatırlayışımız ol. Dünyanın değişebileceğine yeniden inanacak sevincimiz, ama üç zeytin biraz peynirli kahvaltısına da şiirimiz ol. Hem büyük bir şey ol sen bize, hem küçük. İlkbahar ya önümüz, onu koklamaya tıkanmış, tıkayan ne varsa buğu'su ol. Zamanına öyle güzel ortak et ki bizi, dönüp arkadaşlara, yeni yeni diş çıkarıyor bizim insanlık da deyişimiz ol.
Mucize olsana sen bize. Bir müjde gibi geleceğin yere o kınagiller familyasından müjdeli kelimeler de getirsene. Bereketinin içinde, insanlık için, dilimizi alıp, gövdeni oluşturan o küçük çekirdeklerinin yerine yeni bir dil koyup gelsene, o dille konuştursana bizi, o dille baktırsana birbirimize. Kuraklığa dayanıklısın ya sen, o susuzlukta bile pıtırcıklarını açarsın ya yüzümüze, güneş dersin, aralıklarla da su, bana yeter. Sen bizim dilimizdeki kuraklığımıza su olup yüzlerce yeni dilde doğuşumuz ol.
"Yeni bir yıla boşuna sokma bizi" demeden üç dilek hevesimiz ol: barış, özgürlük, aşk. Bu sene kimsenin bombayla ölmeyeceğine garanti veren resmi, minicik ellerine tutuşturunca, yarım da olsa gülüşümüz ol. Bize kibarlık ol.İncinmeyen çocukların bolca olduğu bir dünyada çingenelerin kutladığı nar bayramı ol.
Sen cennet meyvesi değil misin? Bize o cennetten, bize biraz farklı şu dünyaya, kalın kabuğunun içinde cennete benzeteceğimiz bir zar getir. Sen bizim postacımız olsana. On sene sonra okuyacak başka meyvelere, rahatlıkla göndereceğimiz bir mektup getir.
Dünyada ar ahrette nar demiş ya büyükler; sen bizim dünyaya şaşkınlık olsana. Bozsana ezberleri bilindik yerlerinden. Odalarını değiştirsene mutsuz evlerin. Yerden gelen soğuğa faydasız halısını kaldırsana duvardaki geyiğin! Perdeyi dibine kadar sürüp, pencereyi açıp, belki begonvil, imkansız demezsen manolya, leylak umut işte, menekşe belli mi olur, hanımeli bakarsın yanıbaşında, havalandırsana, bir serinlik yüzüne vururken, "beslediğin ne varsa iyi gelir" diye fısıldasana. Sen bize usulca usulünden ses olsana. Söz ol. Bir çocuğun gözünden anlatılan, ömrümüz bitince o da bitecek bir film olsana.
Bize gerçek bi bereket getirsene. Çocuklar için nice gayretleri alıp da dolaplara sokuşturup üstüne de köcek bağlayan, kendi içlerine damgaladıkları ıslak mühürleri kendilerine farkettirsene. Erkân kabul ettikleri dairelerine bir çocuğun beyaz bir kağıda gelişi güzel çizerken iliştirdiği güneşi eklesene. Bir evin önünde el ele tutuşan aile resimlerini "yamuk" bulup dörde katlayan pek muteber yüce akla
"sen hiçbir halka baba olamazsın!" desene.
nar'ın sesi
"Sen hiç bir halka baba olamazsın!" Aynen öyle dedim, aynen böyle söyledim. Biliyor musun? Çünkü açacak yeni çiçekleri biz yeni hortumlarla suluyoruz. Babaya ihtiyacımız olduğunu düşünmedik, sertçe gelen bir topu yumuşak ve zamanında istop eden bir anaya da. Hoyrat bahçelerden bize kalan toprağı değiştirdik, toprağın kıymetini bildik, gökyüzünü kuyudan yukarı bakarak değil kuşların uçtuğu kaderle sevdik*. O kuyuda mahpus pek fazla kimse kalmadı. Olabildiğimiz kadar özgürüz. Senin keşkelerine cevabı benim doğumumda aramışsın sen yıllar evvel; ben, ki sen hiç merak etme, artık tükenmeyecek ve dağılmayacak gördüğüm tane tane umudumda ararım. BİZ diye yazarsın sen, ben, nar diye yazarım küçücük. Öyle belli etmeden. USULCA. Aramızda yılların mevsimi. Seneler sonrası. Senin ağlayarak baktığına bir zamanlar ben şimdi gülerim. Taneler demişsin ya, çoğaldım, merak etme. Çokçayım. Kapatma, yasaklama gibi kelimelere insanlar çok daha hassas şimdi. Kötü bir şey olduğunu kavramış durumdalar. O korkulu bulutlar, iç bunaltıcı günler, güvensizlik, sessizlik geride kaldı. Zaman üstesinden geldi. Çoktan halloldu sizleri sıkan o meseleler. Başka şeyler istiyoruz gençler olarak. Gelir adaletsizliği yavaş yavaş azalırken örneğin, herkesin evi, kalacak yerleri, her şeyi yapabilecek, insan gibi yaşayacak kadar gelirleri varken, şimdi sessiz yerlere doğru akın akın göç ederken, ellerindeki eşyaları tek tek satılığa çıkarırken, fazlalıklarından kurtulma telaşının sırasına girerken, her şeye sahip olayım derken her şeylerini kaybettiklerinin farkına varıp kayıtsız sicilsiz numarasız sınırsız bir ağaç kovuğu ararken kendilerine, şu anda hiçbir şeyleri olmasın diye mücadele ediyor haldeler. Kendilerini imha etmiyorlar artık imtina ediyorlar çevrelerinden. İnsan insana, zarar verir miyim acaba kavlinde daha çekimser, ama bir o kadar da daha hasret. Göremediklerine, gözlerinin içinden bakmadıklarına yanıyorlar. Kendilerini dostluğun, barışın köprüsünden çoktan geçmiş, ortak meselelerini çoktan halletmiş, kendi ahlak düşlerinde ölmeden önce neyin iyiliğini yaparım, neyin katkısını eklerim, hangi ağaçtan gider özür dilerim, hangi akrabasından hayvanın, aynı familyasından bitkinin, diz çökerim de karşısına, insanoğlunun tarihinden gelen ben, utanarak maalesef, çok üzgünüm derim, derim de yerin yedi kat dibine girerimin zamanında yaşıyorlar.
ZAMANIN sesi
Nasıl bir gürültüymüşüm ki bu kadar, içimde tutarken sessizce, kendi halimde, bir ruhu bana eklerken herkes, zamanın ruhu işte, derken, bu tantanaları siz kopardınız.
İstemediğiniz de oldum, yeri geldi düşlediğiniz de. Hangi planınıza gönül verdiysem kendinizi kaybettiniz. Çağlar açtınız çığırlar yarattınız, eski deyip katladınız bir yere koydunuz, yeni dediniz birbirinize sundunuz. Tarih dediğiniz o gelecekte kabahati döndünüz dolaştınız da yine kendinizde buldunuz. Şeylerin dünyasına attığınız varlığınızla kendi kurbağalarınızı ürküttünüz. Oldunuz sandınız, bitti dediler, lakin doğmadınız. Beni farkettiniz, ilettiniz de çevrenize, son kum dökülünce elinizle dönderi verip tekrar da başlattınız. Saat dediniz, ömür dediniz de bir cesaret girmedi kalbinize.
"Zaman gelecek" diyordunuz ya demek ki dedim ben canlı bir şeyim, etim kemiğim yok belki, ama bi şeyim. Suskunluğun hâl defteri boş sayfalar değilmiş, ucu sivri çiziklerinizden bildim, ki yara diye evraklara geçirdiniz.
Sesiyim. Büyük kentlerinizde avazlarınızdan çıkan. Taşrasıyım kısık ya da kırık bir cümlenin. Kursağınızda kalan. Beklemelerinizin ilacıyım. Silemediğiniz. Silseniz de geçmeyen bazen. Neyse vakit oyum, duvar saatinin sarkacındaki salınımlarıma telafi pilini takamadığınız. Taksanız da bazen eskisi gibi olmadığını anladığınız. Size bağlıyım. Yapıp ettiklerinizin sonucuyum. Dediğinizim. Yaşadığınızım biraz da. Kendinizi nasıl hissettiğinizim. Kötü bulutlarınız da olabilirim, içinizde uçuşan kelebekleriniz de. Birbirinize neler yaptıklarınızı yine birbirinize soracağınızın hesap envanteri , sonsuz sürede ilerledikçe varoluşunuz zarfında, bir imkanım işte, sularsanız diktiklerinizi. Elinizi uzatsanız dokunamayacağınızın bakiyesiyim, ama içinizdeki hevesle, küçük bir narın kalbinde atabilecek, zerre kadar belki, yetişebileceğiniz. Geçenim ben çünkü... Ezel ve Ebed. Siz ise benim ile teessüf!
İçinize henüz güneş doğmadı. Vakit gelmedi, nar daha zamanı!
* Cahit Zarifoğlu, Nerede Bulabilsem Seni şiirine konmuş "Kuşlar da kaderle uçar" mısrasına, geçerken selam niyetiyle.
Yorumlar (0)