Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Öykü: Bir Kadeh İflah

Cebeci’de dünyaya gelmişim. Annem, aslen İzmirli olan Lütfiye Hanım ve Ankaralı babam Şevki. Dünyaya geldiğim sene, Arap yazısından Latin alfabesine geçmişti ve ilerici olan annem, doğum haberimi yeni yazı ile İzmir'deki akrabalarına mektup ile bildirmiş. Aslında telgraf ile de iletebilirmiş haberi ama hemen öğrenmelerini istememiş. Haklı olarak, o yıllar oldukça riskli olabilen loğusa dönemini atlatmak istemiş ve toparlandıktan sonra, babasının yıllar önce kendisine hediye ettiği dolmakalem ile yazmış. Anlattığına göre, başka konular hakkında da kalem oynatabilmek için pencereden dışarıya bakarmış ve hala alışamadığı kurak tepeleri ve tarlaları görünce kafasını gene eğip mektubu kısa tutarmış.

Öykü: Bir Kadeh İflah

Çocukluk yıllarım Ankara’da geçti ama ailece çok da durmadık Cebeci'de ve o yıllar yeni yeni kurulmaya başlayan Kızılay’da büyüdüm. Yeni kurulduğu için Yenişehir ismi verilmişti ve o yeni şehrin kuruluş zamanını net olarak hatırlıyorum. Henüz aslaftlanmamış yollar, o yolların arasına serpiştirilmeye başlanan taştan bahçeli evler, evlerin arasında iyice sıkışmaya ve arsalaşmaya başlayan bozkır kalıntıları, yol boyu giden elektrik direkleri ve akşam üstü çöken sessizlik. O çocuk yaşta, toprak yolların böldüğü arsa ve bahçeliklerde mahalle arkadaşlarımla oynarken ve gezinirken, çeşitli yaban hayvanı görmüştük. Direklerin üzerinin bazılarına akşam vakti baykuş tünerdi. Sabah saatlerinde tilki görmek zor değildi. Çünkü mahallenin gerisi bağlık ve bahçelikti.

Ankara Hukuk Fakültesine girdiğim zaman, orta derecede bir okur olmuştum. Bazı günler okuldan çıktıktan sonra kalabalıklaşmaya başlayan Ulus ve gerisinden gelen Kızılay’ın sokaklarındaki sahaf dükkanlarına uğruyordum. Ulus’un nispeten eski ve dar sokaklarında, gözünü kestirdiğim birkaç dükkan vardı. Türk ve Avrupa edebiyatı hakkında, istediğim kadar olmasa da, hatırı sayılacak kadar kitaplar vardı ve bütçem de sınırlı olduğu için, kitapları karıştıktan sonra alıp almayacağıma karar veriyordum. Böylece, birkaç sahaf ile sohbetim hızlı gelişti. Bir tanesi hariç, cüce sahaf Refik. Onunla da sohbetim, aradığım bir kitap yüzünden başlar gibi olacak ve hemen bitecekti. Posta Caddesi'ne açılan sokaklardan birinde, dört katlı ve eski taştan binanın zemin katında dükkanı vardı. Aslında bodrum dairesi de denebilir bu dükkana. Hatırladığım kadarı ile onbir basamak ile sahaf dükkanına iniliyordu. Kapı ve pencerenin üst tarafı hafif kavisli şekilde duran taşlar, o pencereden dükkana zar zor giren gün ışığı, gün ışığı yetmediği için sıkça yanan eski sarı bir lamba. Ve zayıf ışığın altında sıra sıra kitaplar ve küf kokusu. Çoğunlukla aksi ve öfkeli olmasına rağmen Cüce Refik’in bağlantıları iyi idi ve birçok sahafta olmayan kitapları buluyordu. Bu kaynaklardan bir tanesi de, Kızılay taraflarında yaşayan zengin bir cüceymiş. Ama birçokları gibi, zengin cüce arkadaşı erken yaşta öldü.

İlk gördüğümden beri Refik’te gördüğüm o öfke kısmen anlaşılabilir. Kötü bir genetik piyango ona denk gelmişti ve birçok şeyden mahrum yaşıyordu. Çevresindeki insanlarla göz temasına geçmek için yukarı bakması gerekiyordu. “Tepeden bakılmak” denilen şeyi hep yaşıyordu. Duyduğuma göre dükkanda durumu daha ilk günden tam tersine çevirmiş ama manav sandıklarından yaptığı basamak yapı bir gün çökünce sandıkların içinde ağlamaklı bir sinir krizi geçirmiş. Ama bu hisle şunu da gözden kaçırmıştı. Hayatta birçok şey hepimizin kontrolümüzün dışında ve her insan hayatı boyunca sürekli piyango çekiyor. Dükkanına gittiğim ilk seferinde, tüm insanların sakatlar ordusunun neferleri olduğunu söyleyecekti, kendisinin en önde yürüdüğünü vurgulayarak.

Aradığım bazı kitapların onda olmasından dolayı, Refik’in sahafına da ara sıra gider olmuştum. Loş odada, yarı aydınlık ortamda kitap araştırmak
bana çocukça zevk veriyordu, Refik ağzını açana ya da onunla göz göze gelene kadar. Bazen uzunca bakıyordu ve ben de o zaman kitaba tam olarak gömülüyordum. Zaman içinde, o sokakta dolaşan kedilerin birçoklarının sakat olduğunu ve onun dükkanına yaklaşmadıklarını farkettim. Başka kimse da farketmemişti. Fakat hakkında başka bir söylenti vardı, oğlancı olduğunu iki kişiden duymuştum.

Avrupa’daki sosyalist haraketlere dair bir kitap arıyordum ve kitabın kendisinde olduğunu
ama yasaklardan dolayı dükkana getirmediğini söyledi. Evine gitmem gerekiyordu. Korkmadım ve bir akşam gittim. Dükkanından hemen hiç farkı yoktu. Neredeyse aynı sarı ışık, aynı raflar ve kitaplar. Kendisine yüksekte duracağı bir kaide yaptırmış, belli ki bu dükkandakinin aksine sağlam görünüyordu.

Beklediğimden sakin ve ölçülü konuşuyordu, kitabı da hemen verdi ve ben de ödemeyi tam o zaman hallettim. Avrupa’daki sosyalizm hakkında konuşurken, “bir kadehten bir şey olmaz” diye düşündüm ve sarımsı içkiden bir kadeh ikramını kabul ettim. İçkinin etkisi garipti, ilk yudumda önce ensem ısındı ve tüm kaslarım garip bir şekilde gevşedi. Tam o sırada bir fare tıkırtısı oldu ve Refik nefret dolu gözlerle duvara döndü. İşte tam o sırada içkiyi yana dökmeyi becerdim ve su doldurup kadehi elimle kapattım, suyun şeffaflığını farketmemesi için. Kafasını çevirdiğinde, ben suyu yudumluyordum. Sonrasını net hatırlamıyordum. Bacağımı tutması, benim evden kaçmam, lambanın devrilmesi ile yükselen alevler . Koşuyordum, daha doğrusu içkinin verdiği etki yüzünden, ay ışığı
ile parlayan arnavut taşlarının üzerinde koşmaya çalışıyordum. Sadece şu konuşma aklımda kaldı.

- İçkinin rengi de bir garipmiş Refik Bey. Ne içkisi bu acaba ?

- Bu içkinin adı iflah evladım. Bir kadehten sonra herkes iflah olur. İnsanın içi dışına çıkar ve güzelleşir.

Ahşap ev tamamen yanmıştı, Refik’in cesedine de ulaşıldı. Dosya da hızlıca kapatıldı. Bu olayın etkisinden kurtulmam aylar alacaktı. Kimseyle de paylaşamıyordum, işin ucunda mahkeme ve belki de hüküm olacaktı. Olayın detaylarını anlatsam da kimi nasıl ikna edebilirdim?

Okuldan mezun olduktan sonra yıllar daha hızlı geçmeye başladı. İstanbul’a taşınma, üniversitedeki kız arkadaşım ile evlilik, iş hayatının rutini ve iki çocuk derken, Ankara geride kalmıştı. Bir gün, firma kuruluşu ile ilgili dosya işlerinden dolayı Ankara’ya geldim. Yıllar önce bıraktığım Ulus oldukça değişmişti ve itiraf etmek gerekirse, biraz kasaba havası ile karşıma çıktı. Gereken dosyaları, kılı kırk yaran gözlüklü kadına teslim ettikten sonra, çoktandır görmediğim Ulus sokaklarının içine daldım. Çok da zamanım vardı. Artık, yabancısı olduğum sokaklardan geçerken, gözüm daha çok yukarılara kaydı, Cüce’nin insanlara bakması gibi. Hafızamda kalan eski binalardan hangilerinin ayakta durduğunu görmek için yukarılara baka baka gezinirken, ayaklarım beni tanıdık bir sokağa götürmüştü bile. Bir zamanlar Sahaf Remzi’nin yaşadığı sokak. Bunu farketttiğim zaman bacaklarım hafiften titredi. Yürümek ve ayaklar tarafından taşınmak arası bir his içimde. Hafif eğri sokağın sonuna doğru yaklaştığımda, Sahaf Remzi’nin evinin olduğu yeri gördüm. Yerinde üç katlı bir bina vardı. Arnavut taşlar kalkmış, yerinde soğuk ve soluk asfalt almış. Orada duracak duracak ve oyalanacak halim yoktu.

Hemen döndüm ve gergin bacaklarıma yüklenip yürümeye başladım. Daha birkaç adım atmıştım ki, evin kapısı aralandı. Önce kapının kendiliğinden açıldığını düşündüm. Gözüm kapının aşağı tarafına inince, bir çift göz ile gözgöze kaldım. Kaldım, bir
an donakaldım. Sahaf’ın gözlerinin hemen hemen aynısı idi, belki de aynı gözlerdi. Ama aynı gözler olamazdı. Bal rengi, kısık ve aynı nefret bakışlar. Kapı açılıp da cüce genç ortaya çıktığında, Refik’ten de küçük birisini gördüm. Ayaklarım hızlandı hemen, arkamdan genç cücenin “Gel, buraya. Sana gitme diyorum” sözlerini duydum. Arkamdan geliyordu koşarak.

Öğlen sıcağının olduğu sokakta kimse yoktu. Adımlarımı hızlandırdım iyice ama koşmama da gerek yoktu. Cüce arkamdan sesleniyor ve bana yetişemiyordu. Sokağın sonuna geldiğimde ise, cücenin geride kalmasına rağmen koşmaya başladım. Sokağın başındaki plakette, “Cüce Refik Sokağı” yazıyordu. Artık koşuyordum, tüm gücümle koşuyordum.

Yazar Aydın Akın

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış