Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Êrîş Dikin’den Lehi’ye Ankaralılar Fırat Ceweri’yle Tanışıyor

Yürekleri dert ve tasa görmesin, Dünya Öykü Günleri Derneği, Fırat Ceweri’yi Ankara’lılara tanıtmak için bir imza ve söyleşi günü düzenlemiş. Ceweri, Kürtçe yazmakta inat eden bir Kürt. Kürt illerinden üst üste ölüm haberleri aldığımız, şu soğuk, can acıtıcı günlerde, yaşadıklarını, yazdıklarını, hissettiklerini Solfasol için konuşmaya, söyleşi yapmaya gidiyoruz.

Êrîş Dikin’den Lehi’ye Ankaralılar Fırat Ceweri’yle Tanışıyor

Derneğe ulaştığımızda kapıyı, “Dicle” açıyor. Dicle, Öykü Günleri Derneğinde gönüllü çalışıyor. SBF’de Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalında Yüksek Lisans Yapıyor. Bize çay veriyor, tatlı ikram ediyor. Birazdan Fırat’la, Doktor da geliyor. Fırat Ceweri, Dicle ile tanışınca espriyi patlatıyor. Bir yanımıza Dicle’yi, diğer yanımıza Fırat’ı alıp, “Dicle” ile “Fırat”ın arasında fotoğraf çektirme faslının ardından, koltuklarımıza kurulup, Ceweri ile söyleşimize başlıyoruz.

İlk sorumuz, 80 öncesine ait. Ceweri, çok genç yaşta ülkeden ayrıldığını söylüyor önceki söyleşilerinde. 1970’li yıllarda neler yaptığını, nerede nasıl yaşadığını soruyoruz. Hatta eveleyip gevelemeden, kafadan hangi siyasi grupla hareket ettiğini soruyoruz; öyle ya: o da ortalama bir Kürt/ Türk erkeği, politikleşmeyecek de ne yapacaktı?

Gülerek yanıtlıyor. Mardin’in Nusaybin’inde “Devrimci Demokratik Kültür Derneği” ile tanıştığını ve o zamanlar Sovyetler Birliği yanlısı politikaları benimsediğini anlatıyor. TKP’li, İGD’li arkadaşlarından söz ediyor. Marks’la, Lenin’le tanışmasını anlatıyor. Ama Ceweri, her zaman edebiyatla iç içe olmuş ya: daha çok Nazım’ı, Ahmet Arif’i, Neruda’yı, Mayakovski’yi anlatıyor. Mayakovski’den söz ederken heyecanlanıyor. Çok hızlı politikleşmiş, 70’li yıllarda. Ama daha 1979’larda geleneksel sosyalizmin totaliter yapısını da sorgular olmuş, Fırat. 70’lerde inandığı siyaset için “bir din gibiydi” diyor. “Çoğulcu demokrasi” fikri, ilk gençliğinden sonra inandığı temel değer olmuş. “Proletarya Diktatörlüğü” kavramını sorgulamış ilkin. Sonra politikanın yerine edebiyat galebe çalmış.

Daha biz edebiyat virüsüne nasıl yakalandığını sormaya fırsat bulamadan, kendiliğinden edebiyata kayıyor sohbetimiz. İlk edebi eserle tanışmasını ve Arapça harflerle Kürtçe yazılan Bate’nin Mevlid’ini nasıl hatmettiğini anlatıyor. Kürtçe bir mevlid nağmesi çıkıyor ağzından, ahenkli. Hani değme mevlidanlara rahmet okutur gibi.. Sonra Cigerxun’un, şiirleriyle tanışmasını ve bu şiirlerden aldığı hazla birlikte kendi yazdığı şiirlerini de anlatıyor. Ama Fırat, sadece yazmakla kalmamış, tabi. Onları şehrin sokaklarında nasıl yüksek sesle okuduğunu

da anlatıyor, hınzır hınzır gülerek. Dönem, Kürtçenin yasaklı olduğu dönemler... Hem Kürtçe konuşup, hem Kürtçe yazan ve yazdığı şiirleri kent sokaklarında

hoparlörden bağıra bağıra okuyan “Şair”in başı belaya girmiş elbet. İsveç’e gitmesini öneren, hemşerisi, apesi, Musa Anter olmuş.

Ve tabii, yurtdışı yıllarını soruyoruz, sürgün yıllarının başı zor ve yorucu olsa gerek. Fırat, yurtdışına çıkmadan önce en değerli hazinesini beynine kazımış. Yazdığı tüm şiirlerini ezberlemiş. İsveç’e gider gitmez, ezberlediği şiirleri, tekrar kağıda geçirmeye başlamış. “Korkuyordum” diyor. “Öyle bir ruh halindeydim ki: sokaktan bir ses gelse, polisin beni tutuklamaya geldiğini sanıyordum, başlarda”. “Ama” diyor, “bir gün bir sohbet sırasında polise şiir yazdığımı söylediğimde, bana başka türlü bir değer verdiğini gördüm işte o zaman rahatladım” diye anlatıyor. İlk şiir kitabı “Êrîş Dikin” (Saldırıyorlar), 1980 Ağustosunda basılmış.

Kürtçe dil inadını ve Kürt Edebiyatını soruyoruz. Pek çok Kürt kökenli edebiyatçı, Türkçe eserler vermişken; Ceweri, en başından beri Kürtçe yazıp, Kürtçe okuyor. “Ben, Kürtçe okuyup, söyleyen Çirokbejlik - Dengbejlik geleneğinden besleniyorum” diyor. “Kendisi Kürt, yazdıkları Türkçe olan, Yaşar Kemalleri, Ahmet Arifleri, Cemal Süreyaları, Türk Edebiyatından mı, Kürt Edebiyatından mı sayacağız” diye soruyor? Aslında sorusuyla verdiği cevap, o kadar açık ve net ki... Ceweri, Kürt Edebiyatının inatçı, ama aynı zamanda lirik yazarlarından biri. İsveç’e göçtüğünden bu yana, siyasetten uzaklaştığını “derdinin edebiyat olduğunu” söylüyor ama hala özgür bırakılmamış bir halkın özgürleştirilmesi amacıyla edebi bir dilin yaratılması için “devrimci” bir çaba yürütenlerin de başında geliyor.

Kürt Kültürünün çok parçalılığından, alfabe farklılıklarının ortaya çıkardığı zorluklardan konuşuyoruz biraz da... Kürtçe edebiyat çabalarından söz ederken, 1930’lu yıllarda Çeladet Bedirxan ve arkadaşlarının Suriye sürgününde çıkardığı “Hawar” dergisini yad ediyor, Ceweri (Nitekim Hawar’ı, daha sonra başında olduğu Nûdem Yayınları vasıtasıyla, tekrar basıyor). Onların Arap alfabesiyle yazdıkları edebi metinlerden örnekler veriyor. Yine 1920’lerde Erivan’da Kiril alfabesiyle yazıya geçen Kürtçe metinleri anlatıyor. İran Kürtlerinin Farsça etkisiyle yine Arap harfleriyle yazdıklarını konuşuyoruz. Edebiyatta alfabe farklılıklarının çıkardığı zorluklardan dem vuruyoruz. İsveç’e yerleştikten sonra çıkardığı Nûdem Dergisinden söz ediyoruz. Nûdem, edebi bir dergi. Ama öte yandan Kürtçe çıkarılan bu dergiyi,1990’ların Türkiye’sinde elinde taşıyan Kürtlerin ne zulümlere uğradığını; Nûdem’i elinde taşımanın adeta bir kahramanlık olduğunu anlatıyoruz, Ceweri’ye.

Nûdem Dergisi, önemli bir dönemeç, Kürt Edebiyatı için. Nûdem aracılığı ile Ceweri ve arkadaşları, önemli işlere imza atıyorlar.. Bir yandan Dostoyevski, Çehov, Steinbeck’in ve gurur kaynağımız Yaşar Kemal’in Klasiklerini Kürtçeye kazandırıyor. Öte yandan bir Kürtçe cazibe merkezi yaratmayı başarıyor: Kimler yok ki: Hesen Mete, Rojen Bamas, Süleyman Demir, Mustafa Aydoğan, Narozi, Dehsiwar, Hüsen ve romanları tefrik edilen Mehmed Uzun...

Kürtçe öykülerinden söz ediyoruz biraz da? Can Baba’yla (Yücel) olan anekdotu soruyoruz? Hani “mem u zinden söz ederken, aman sen ondan bahsetme bizimkiler limuzin sanırlar” esprisine gönderme yapıyoruz. “Can Yücel’in yeri ayrıydı” diyor. Yazarlar Birliğinin bir gezisinde, Can Yücel’le
olan anısını hatırlıyor, neşeyle anlatıyor yine. Bu arada bir de müjde veriyor: Bir sürü farklı alfabeyle basılan Kürtçe öykülerden derlenmiş son öykü antolojisinin de Türkçe’ye çevrilme çalışması bitmiş, basılması yakınmış. “Bekleyin” diyor, seviniyoruz..

İsveç’teki PEN’le ilgili çalışmalarını soruyoruz. Sonra Sürgündeki Yazarlarla ilgili çalışmalarını anlatıyor. Sürgündeki ve tutuklu yazarlarla ilgili bir komisyonun yürütücülüğünü yaptığını anlatıyor, İsveç’te.

İsveç’ten konuşurken, Stockholm’ün Diyarbakır ve İstanbul’dan sonra en çok Kürt’ün yaşadığı 3. şehir olduğu esprisini yapıyor.

İsveç’te Kürtçe konuşan çocuklarla ilgili bir çalışmalarının olup olmadığını soruyoruz. “PEN olarak bizim yok ama Stockholm Belediyesi’nin böyle çalışmaları olduğunu biliyorum”, diye anlatmaya başlıyor.

İsveç’te tüm azınlıkların kendi dillerinde eğitimlerine devam edebildiğini anlatıyor. Şakayla ve hüzünle karışık “çünkü orada özyönetim var” diyor. Özyönetim isteyenler, akan kan, aklımıza geliyor, suskunlaşıyoruz bir süre... Diyarbakır’da, Cizre’de, Silopi’de yaşananları konuşuyoruz. Acıların bitmesini diliyoruz, aciz kalmamıza yanıyoruz. “Bir ara” diyor “çok umutluydum, barış olacak, demokrasi gelecek diye çok sevinçliydim”. Yeniden barış gelir mi, nasıl gelir bilemiyoruz ama barışın gelmesini, kimsenin kanının akmamasını, canının yanmamasını, canı gönülden diliyoruz...

Musa Anter Çağımızda
Yeni bir Selahaddin-i Eyubi’ydi Onun ipek kesen kılıcı varsa
Musa Beğin Türkçesi
Ve de o güzelim Kırmancası vardı Herkesin yaya gittiği yerde
O filinta bacaklarıyla koşardı Musa Peygamberin Kızıldeniz’in dalgaları arasından nasıl ulaştıysa O da kardaşlıkla
dünya kardaşlığıyla
ulaştı karşı kıyıya
Musa Beğ için akan göz yaşları yediveren mermilerdir
birer birer.

Can Yücel

Fırat Ceweri ve Türkçeye çevrilen romanları hakkında:

“Bütün kent aynı rüyayı gördü, aynı rüyayla acılandı, sonra unuttu. Sonra rüya görmek yasaklandı. Sonra o kentte bir daha kimse rüya görmedi. Ya da öyle sanıldı.”

Fırat Cewerî acı yüklü, hüzünlü romanlar yazıyor, tıpkı halkı gibi. Bir halkın acıları, dertleri, cinayet metaforu üzerinden deşiliyor. Acılarıyla acılanıyor, dertleriyle dertleniyor yazar. Deşilen yaralardan kanlı bir iltihap akıyor beyaz sayfalara. Hayır enfekte etmiyor, sağaltıyor aksine. İyi geliyor bunaltılı ruhlarımıza. O, çok sert yaşam gerçeklerini, yumuşacık, akıcı bir dille anlatabilmeyi başarıyor. Ferahlatıyor.

Bazen bir ölüyle beraber yaşarız da farkında değilizdir. Bazen de kendimiz bir ölüden farksız yaşarız. Ya da birlikte olduğumuz insanlar birer ölüden farksızdır. Farkındayızdır. Bir cehennemdir yaşamak, cehennem yalnızlığı, kentlerin yabancılaştırıcı yalnızlığı içinde...

“Maria Bir Melekti” romanında hayatındaki iki kadından birini belki de her ikisini öldürmüş olan bir erkek, bir ölüyle dolaşır durur roman boyunca. İllaki de biyolojik ölüm gerekmez bunun için. Bazen insan bir ölüyü gezdirir yaşamında. Farkında bile olmaz. Farkına varılırsa zaten yazar olunur sonunda.

“Birini Öldüreceğim” ve onun devamı olan “Lehî” romanları ilk elde cinayet romanı izlenimi verse
de daha dikkatle okuduğunuzda, dili yasaklanmış, özgürlüğe hasret bir halkın yaşadığı acıları farklı bir gerçeklik düzlemine taşıyan, üslup sahibi, özgün, kendine has bir has yazarla karşılaşırsınız.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış