Buna bağlı sınıfsal ve sosyal ayrışma ile yaşamanın getireceğini sandığımız güvenlik ve aidiyet duygusunun bir türlü gelemediği noktada ise kurtarıcı gibi 16 Nisan 2017 referandumu çıktı karşımıza. Neden “kurtarıcı”? Çünkü birbirine düşman edilmeye çalışılan ve belki de kendimizden çok farklı olduğunu varsaydığımız insanların o kadar da farklı olmadığını hatırlattı. Sonucu ne olursa olsun, bu seçimin gerçek kazananı biz insanlar, kaybedeni de ayrıştırıcı siyasettir.
Bu oylamanın bize dayatılmasının sebeplerinden biri olan farklılıklarımızı, “basmakalıp” ya da tabiri caizse “eski Türkiye” gözüyle hatırlayalım önce.1980’li 90’lı yıllarda doğanlarımız çok sorunun kaynağını coğrafyamızda, tarihsel yüklerde, dinimizde, toplumsal rollerin algılanışında, ya da basitçe insanımızın doğasında gördü. Bu neslin bir kısmı, “topluma yabancı”, yani gündelik siyasetin ya da çoğunluğun tanımladığı vatandaş kıstasına uymadan yetiştirildi. Onların bazıları da genç olarak evrensel değerlere ve birikmiş insanlık mirasına merak saldı: okudu, dinledi, araştırdı ve sorguladı... Sadece parası olan değil, parası olmayıp düzgün bir eğitim alabilmek için çok uzaklara yol almayı göze alanlar da oldu, şanslılarıda dünyayı bile gezdi. Hatta küçük bir kısmı da “egosunu” törpülemek için sadece sırt çantasıyla yola çıktı, boğaz tokluğuna uzak diyarlarda
çalışarak “alın terinin, el emeğinin” nasıl bir şey olduğunu keşfetmek için kazma salladı, evsizlerle beraber uyudu. Yer sofralarında ekmek bölüşerek, alçakgönüllülüğü ve maddiyatın önemli olmadığı bir hayatı deneyimlemeye çalıştı. Sonunda da birçok kültürden ve hayattan etkilenerek “bizde neden böyle değil?” ya da “bizde
bu şekilde olmalı, bu yanlış” diyerek farklı fikirler, özlemler ve ideallerle kişiliğini biçimlendirdi. Dolayısıyla devletten, toplumdan ve siyasetten beklentilerini böylece şekillendirdi. Ancak bunu yaparken en büyük hatası sorunun kaynağını gördüğü yerde çözümün kaynağını görememesi oldu. Toplumsal faydacılığın peşinde olduğunu düşünürken, kendi ülkesindeki yer sofrasına tenezzül etmedi, kendi evsizlerinin yanından geçerken korkuya kapıldı. Gün geldi işin kolayına kaçıp buraları terk etmek istedi, gün geldi kendi mirasını ve kültürünü evrensel değerlerin bir parçası olarak keşfetmeye uygun bulmadı.
Kimimiz ise içine doğduğu mahallesindeki yerel kültürle yetinmek zorunda kaldı. Sorunun kaynağını bırakın bir yerde aramayı, sorun olarak bile görme olanağından mahrum bir şekilde dünyaya gözlerini açtı. Maddi yetersizliklerin ve kalıplaşmış önyargıların gölgesinde; kendisi gibi hareket etmeyeni, düşünmeyeni ve gözükmeyeni kendinden bilmeyerek yetişti, yetiştirildi. Bu kişilerden bazıları ise en temel insan haklarına erişmeyi kültürüne yabancı bir proje ve sahiplendiği ahlaki değerlere ağır bir tehdit olarak gördü. Bazıları ise yer sofrası günlük hayatlarının sıradan bir pratiği olduğu için, o sofraya “egosunu” törpülemek için değil, şükredip maddi sıkıntıları savuşturarak oturdu. Bazıları
içinse törpülenmesi gereken şeyler dünyevi içgüdülerin ve sosyo-kültürel kısıtlamaların getirdiği duygu ve düşünceler oldu. Hatta bir kısmı da kitabı sadece meslek edindiren bir araç, evrensel değerleri para getiren bir mekanizma ve siyaseti de aidiyet sağlayan bir kurumsal yapı olarak gördü. Dolayısıyla “bizde bu şekilde olmalı, bu yanlış” gibi sorular sormak onlar için geri planda kaldı. Bu insanlara kendilerinden daha iyi şartlara sahip olan insanlarla sınıfsal değil kültürel – dini – ahlaki farklılıklarının olduğu yalanları söylendi hep.
Önümüzdeki bahar misali, eğer üzerimizdeki topraktan sıyrılmamızı sağlayan, vatandaşlığın getirdiği duygudaşlık yok edilebilmiş olsaydı onca güce, paraya ve imkâna sahip bir iktidar referandum sonucunu ancak hileyle “Evet” çıkartabilir miydi? Ya da asıl sormamız gereken şu: bunca sosyal adaletsizliğin ve farklı hayatların, farklı vicdanda insanlar çıkarabileceğine gerçekten inanıyor muyduk ki? Aynı düşünceden
ve görüşten olmadığımız insanlarla hayattan beklentilerimizin aynı olduğunu fark ettiğimiz asıl noktanın geldiği gün, okunan okunamayan kitap, paylaşılan paylaşılamayan sofralarının hepsi bizim olacak. Enseyi karartmayalım. Biz biziz ama biz sadece kendimizden ibaret değiliz, bunu da unutmamak gerek. Egodan sıyrılmaya çalışan bu toprakların dervişleri, şükretmeyi ve paylaşmayı salık veren İslam dini, evrensel değerlere katkılar sağlayan Anadolu hümanizmi, yereli evrenselle harmanlayan ozanlar ve daha niceleri...
“Ey cesaret HEP dolu tut bardağımı.
Sevgi ve umut BİRDİR, yalnızlık ve cesaret BİR.”
Yorumlar (0)