Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Ressamların Fırçalarından

“Bir zamanlar Ankara” hakkında bilgi, salt yazarların kaleme aldıkları satırlardan edinilmiyor. Ressamların boyadıkları tuvallerden de ediniliyor. Üstelik, okurken, anlatılanları zihinde canlandırmaya çabalamak gerekiyor. Oysa, tuvalleri izlerken böyle bir çabaya gereksinilmiyor. Solfasol’un Kasım 2018 sayısında Fethi Arda’nın resimlerinden örnekler vermiştim. Bu yazıda 4 ressamın daha Ankara betilerinden söz edeceğim.

Ressamların Fırçalarından

Öncelikle bir saptama yapmalıyım: Ankara’da da yaşasalar, ressamlarımıza İstanbul’un ve/ veya yazlık yörelerin, dahası doğdukları kentin doğası, ışığı, renkleri vb. daha çekici gelmiş. Dolayısıyla tuvallere İstanbul, yazlık yöreler denli yansıtılmamış Ankara.

1920’lerin Ankara’sını yansıtan tablolardan önemli bölümü, İstanbul doğumlu Refik Epikman (1902-1974) imzasını taşıyor. 1939 yılında Ankara Gazi Muallim Mektebi’ne atanan Epikman 1966 yılında emekli olur. Sonrasında Halkevlerinin Güzel Sanat Kolu başkanlığına getirilir. Yaşama veda ettiği 1974 yılına değin Ankara’da yaşar. Özellikle ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi yapısını ve aynı yapının balkonunda konuşan Atatürk’ü de görselleştirdiği (anılan yapıda sergilenen) büyük boyutlu yapıtları kalmıştır bugünlere.
Arka planına Hüseyin Gazi Dağı’nı da yerleştirdiği tablosu, Ankara kışlarının sert hava koşullarının ışığını yansıtıyor.

Gene İstanbul doğumlu olup 1940’lı yıllarda Ankara’ya yerleşen Eşref Üren, başkentin Cebeci ve Kurtuluş semtlerinin çok sayıda resmini yapar.

Üren’in 1947 yılında tarihlenen “Atatürk Bulvarı”, bir zamanlar Ankara’nın yaşadığı fiziksel
değişimi çok iyi örnekliyor. Kentin omurgası olarak nitelenen Atatürk Bulvarı’nda yer alan ağaçlar, bulvarı çevreleyen yapıların boyundadır neredeyse. Sonraki yıllarda boyadığı Atatürk Bulvarı tablolarında da yapılar bugünkü gibi yüksek değildir. Ayrıca yoğun bir taşıt trafiği yerine, bulvar üzerinde oynayan çocuklar görülür. Karlar altındaki (oturduğu semt) Cebeci’yi yansıtan tablosundaki görünümün, bugünkü semtle ilişkisini kurmak zordur. Bu sayfalarda yer almayan Tuna Caddesi’ndeki kent ölçeği de bugünden çok farklıdır.

Manisa doğumlu Nevzat Akoral (1926-2016) Gazi Eğitim Enstitüsü’nde görevlendiği 1962 yılından itibaren Ankara’da yaşamıştır. Ankara Kalesi ve eteklerini/çevresini/insanlarını konu edindiği gravürleri ve boya resimleri bir zamanlar Ankara’sının görsel belgeleri.

Ankara’nın Or-An semti “Türkiye’deki ilk uydu kent uygulaması” diye nitelenir. Neredeyse 50 yıl önce, 1970’li yıllarda bir konut yerleşim sitesi olarak kurulmaya başlanmış, sonra sonra “Or-An kenti”ne dönüşmüştür.

“Temiz Hava Kenti” diye pazarlanan siteye, kurulmasına başlandığı yıllarda/ilk yıllarında taşınıp yerleşenler oldu. Henüz doğru dürüst yolu bile yoktu. Bir ‘yol izi’nden söz edilebilir. Yoğun bir taşıt trafiğinden ise söz edilemez. Bugünkü Or-An yolunu bilenler, kullananlar için Turan Erol (1927) imzalı resimlerde betimlenmiş o günlerin Or-An yolunu algılamak kolay değildir.

Turan Erol, merkez kentten ‘uydu kent’e erken göç eden tek ressam değildi elbette. Geçen yıl (2017) Kasım ayında yitirdiğimiz Gencay (Kasapçı) da Or-An kentinin ilk yerleşenleri arasındaydı. Gencay, görsel değil de sözel olarak Or-An’a ulaşım güçlüğünü 1984 yılında şöyle anlatmıştı bana:

“On yıl önce (1974) Or-An kentinin mimarı Şevki Vanlı’nın önderliğinde herkesin ‘Oralara gidilir mi, deli misiniz’ dediği sıralarda, Or-An’a gidip yerleştik. Elbette, ne otobüs var, ne başka bir ulaşım aracı. Yalnızca bir minibüsümüz var. Şoförü Abdullah Efendi. Bir de muavini var. Top gibi, şişman, yarım akıllı, Keloğlan’a benzeyen bir muavin.

Minibüsle seyahat ayrı bir alem. Yıldız mahallesinde oturanlar da bizim minibüse biniyorlar. Ellerinde tavuklar, yükler. (Ellerinde tavuklar anlatımını açıklamak için not düşüyorum: Yıldız mahallesinde o sıralar gecekondular var. Kırdan kente yeni göçmüş nüfus yaşıyor. Ve kırsal alışkanlıklarını sürdürüyorlar... Ö.Ş.) Bir kadın, ‘hele şu tavuğu bi tutuver’ der, kucağına bir tavuk koyar. Çocuk ağlamaları, tavukların gıdaklamalarına karışır...

Neyse... O sıralar Yıldız’dan başlayarak Or- An yolunu sis basardı sık sık. Bir gün, Yıldız Mahallesi’ni geçtik, öyle bir sis basmış ki, bir metre ilerisi görünmüyor. Abdullah Efendi durdurdu minibüsü. Yol almamıza olanak yok. Ne yapacağız, ne edeceğiz diye düşünürken, bizim yarım akıllı Keloğlan:

2

- Usta! Ben inip önden yürüyeyim, sen beni takip et, dedi.

Hiçbirimiz Keloğlan’ın bu işi becereceğine inanmadığımız için, kulak asan olmadı. Ama bir süre sonra çaresiz kalınca, Keloğlan’ın önerisini benimsedik.

Ve bizim yarım akıllı muavin, indi, minibüsün önünde yürümeğe ve gel gel diye bağırmaya koyuldu. Abdullah Efendi de izledi onu. Ve Or-An’a ulaştık. Yani, Keloğlan’ın önderliğinde yolumuzu bulduk.”

Siste bile geçit vermeyen yol, kar yağdı mı iyice kapanırdı.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış