Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Roboskili Köylü: Allah razı olsun komutan çok iyiydi, şimdiye kadar bizi hiç öldürmedi

Roboskili Köylü: Allah razı olsun komutan çok iyiydi, şimdiye kadar bizi hiç öldürmedi

28 Aralık 2011 günü Türkiye Cumhuriyeti'nin katliamlarla dolu mazisine kapkara bir leke daha kazındı ''Roboski'' adıyla. 34 günahsız insan, F-16'larla bombalandılar. Kürdistan'la Batı'nın çoktan bölündüğünün en büyük göstergesi ise Türkiye'nin katliamdan sonra yeni yıl kutlamalarını pervasızca gerçekleştirmesi ve Türk medyasının katliamı görmezlikten gelmesi oldu. Sessiz kalmanın da ötesinde devlet erkanı, mağrur ve kibirli bir üslupla ekranlara çıkıp ölenlerin arkasından demediklerini bırakmadılar. Ölenler “kaçakçı”ydı, üstüne Kürt’tü; daha ne olsun, ölümü hak etmişti onlar, zaten suçluydular. Roboskili köylüler ve demokratik kamuoyu, hep şunu dillendirdi: “bir özür dilenseydi böyle olmazdı” Köylülerin acılarını derinleştiren son gelişmelerden biri ise Hava Kuvvetleri Komutanına layık görülen TSK şeref madalyası oldu. Bu ülkede devletin katliamları, cinayetleri ödüllendirdiğini bilirdik ama bu kadar açık seçik yapıldığını görmemiştik sanırım. Biz batıda yaşamını sürdürenler (ya da ben) Roboskililerin acısına ortak olmaya çalıştık. Elimizden geldiğince empati kurmaya çalıştık. Fakat ne kadar yapabildik? Hiçbir zaman onların acısını tam olarak anlayamayacağız. Roboskililere reva görülen aşağılamalar, uğradıkları hakaretler ne olacak? Belki de ölen yakınlarından çok, canlarını acıtan duydukları sözler oldu ve artık o halk, devletten hiçbir şey beklemiyor, istemiyor da.

Katliamdan hemen sonra bölgeye giden ve yaşananları an be an takip eden Mazlum-Der Genel Koordinatörü Nurcan Aktay ve Mazlum-Der gönüllüsü Mehmet Can Çağlayan ile yaptığımız söyleşiden parçalar aktarmak, acıların ortaklaştıkça azaldığı umudunu paylaşmak istedik. Batıdakiler olarak Roboski katliamına ilişkin bildiklerimizin ne kadar az olduğunu söyleyerek, katliamın hemen ardından bölgeye giden Nurcan Aktay’a katliama ilişkin bilmediklerimizi anlatmasını, insanların ruh durumlarından bahsetmesini isteyerek başlıyorum söyleşiye. Nurcan Aktay, Ümit Kıvanç’ın “Ağlama Anne Güzel Yerdeyim” belgeselinde anlattığı gibi, devletin her şeyi aleni yaptığını, belgeseldeki bir köylünün anlatımıyla “yaşananların baştan aşağı hakaret” olduğunu söylüyor. Köylülerin cenazelerin topluca gömülmesini sorgulayan devlet yetkililerini, “topluca öldürmeyeydiniz” diye cevapladıklarını anlatıyor. Olayı aydınlatmak için geldiklerini söyleyen devlet yetkililerinin, cenazelerin üzerindeki PKK bayraklarını kastederek, “bu bezler neden cenazelerin üstünde” diye dövercesine sorgulaması karşısında köylünün düşürüldüğü konumu anlatıyor… Sonra sağlık ekiplerinin yetersizliğini ve en acısı katliamda yakınlarını kaybedenlerin (mesela Ferhat Encü’nün) “bu işlerden uzak dur, sana iş verelim” diyerek nasıl satın alınmak istendiğini ya da valinin, emniyet müdürünün “çok konuşma, iyi olmaz, ortalıkta konuşmazsan sana burs veririz” diyerek nasıl örtülü bir tehdite maruz kaldıklarını aktarıyor. Emine Erdoğan’ın katliamın ardından köye gidişini soruyoruz, Nurcan Aktay’a. “Valiliğin müdahaleleriyle” başlıyor konuşmaya. Önce valilik birilerini gönderiyor Roboski ve Bejudan’a. Alelacele her mahalleden acılı insanlardan bir heyet oluşturulup, valinin makamına getiriliyorlar. Emine Hanım’ın ziyareti sırasında bir saldırı olmaması için tedbir alıyor kendince valilik; heyettekilere Emine Hanım’a iyi davranılması telkin ediliyor, kulaklar çekiliyor. Ama belli ki köylünün tepkisi tersine içten içe artmış. Sonra, adeta bir mizansen ayarlanmış. Karşılama sırasında, ellerine pankartlar, dövizler tutuşturulmaya çalışılıyor. Okulun müdürü, kuran kursu istiyor, köylüye iş istiyor. Söze karışıyorum, “hani bizim bildiğimiz 9 maddelik talepler, ama Roboskililerin bu rapordan haberi yok? Peki kim hazırlamış bu raporu?

Okul müdürü olduğunu söylüyor, Nurcan Aktay. Sonra Felek Encü’nün 13 yaşındaki oğluna verilen karnenin üstündeki notu anlatıyor: “derslerine çok çalışması gerektiği” yazılıymış karnesinde, babasını kaybeden çocuğun? “Nasıl böyle bir şey yaparsınız'' diye çıkışmış, müdüre. Müdürün kötü niyetli olmadığını ama oradaki insanın ne yaşadığını bilmeyen bir adamın devlet görevlisi olduğunu anlamış, Nurcan Aktay. Psikolojik destek gereken insanlara nasıl itinayla köstek olunur, tüm detayları ile görmüş. “Şaka gibi” diyor, acı acı gülerek. Sonra “zarar tespit raporu” düzenlemesini anlatıyor. “Nasıl yani” diyoruz, “kaybettikleri katırlar, geçirdikleri mallar için mi?”“Yok” diyor Nurcan Aktay, “ kaza yapmış arabadan bahseder gibi insandan bahseden bir devlet anlayışı bu” . Taziye için gittiği bir çadırda, iki aydır görev yapan komutanı duymuş köylülerden. Sormuş: ''komutanla aranız nasıldı?'' Oradan bir köylü ''Allah razı olsun çok iyi insandı, şimdiye kadar bizi hiç öldürmedi'' demiş. Orada o adam, ironi yapmadı, şaka yapmadı. Bu insanlar öyle koşullarda yaşıyorlar ki: eğer siz onları öldürmüyorsanız iyi bir insansınız, onların gözünde. İnsanların beklentisi yok. Ancak gururları var, onurlu insanlar; siz eğer parayla insanlara hakaret edip bunu parayla örtmeye çalışırsanız onlar da bunu kabul etmezler, diyerek köylülerin neden tazminatı kabul etmediklerini açıklıyor, Nurcan Aktay. Hava Kuvvetleri Komutanının madalya ile ödüllendirilmesinden konuşuyoruz. Sonra ölenlerin “kaçakçılığı”ndan konuşuyoruz. Nurcan Aktay, oradaki insanların sınır ticaretini hiç de gayrimeşru görmediklerini, katliamdan sağ kurtulan Servet Encü’nün, kameralar karşısında “Biz dedelerimizden beri bu işi yaparız, bizim başka çaremiz yok, yine yapacağız, yine yapacağız'' dediğini hatırlatıyor. “Yok ki çareleri” diyor. Sonra insanların acılarının para ya da tehditle hafi&etilemeyeceğini söylüyor.

Katliamdan sonra bölgeye giden kaymakamı ve çıkan olayları soruyorum. Nurcan Aktay “bence olay bir provokasyondu” diyor. Kaymakama ölenlerin yakınlarının acılarının çok olduğu, gelmemesi gerektiği kibarca söylenmiş. Kaymakam yine de gitmiş. Çadırın birinde ''katil devlet'' diye bir pankartı okumuş. ''Kaldırın yoksa işlem başlatacağım hakkınızda vesaire'' demiş. Birisi “kaymakam bey” diye hitap etmiş. “Gençler bunu duymuş, sözü edenin kaymakam olduğu anlaşılmış; olayların bunun üzerine gerçekleştiğini” anlatıyor. “Bir köylünün anlattığına göre öyle bir ortam oluşuyor: herkes kaymakama saldırı olmasını bekliyor, basın kapının önünde, bir şeyin olabileceğini seziyor kaymakam, korumalarını 500 metre ilerde bırakıp geliyor, bu çok ilginç. O kaymakam orada devlet olarak algılanıyor.” Böyle bir katliam sonrası devlet kaymakam düzeyinde mi gelir ? Bu da başka bir konu elbette. “Başbakan Erdoğan, Roboski'ye gidip köylüleri ziyaret edip acılarını paylaşsaydı, köylülerin bu öfkeleri baki kalır mıydı”, diye soruyorum. Nurcan Aktay, “Başbakan ilk günden çıkıp oraya gelseydi yine bu iş biterdi diye düşünüyorum” diyor sonra köylülerin katliamdan altı ay sonra “özür filan dilense de artık kabul etmiyoruz” deyişlerini hatırlatıyor.

Kürdistan'la Batı arasındaki duygusal kopuşu hatırlatıyorum, “Siz oradaydınız cidden bu doğru mu? Artık Kürtler bir şey beklemiyor mu?” diye soruyorum. Nurcan Aktay, cenazelerin defnedildikleri gün köylülerin, Mavi Marmara’dan örnek verdiklerini anlatıyor. “Mavi Marmara’da devlet helikopterini gönderdi, ölüleri, yaralıları taşıdı. Ama biz katliamdan sonra çocuklarımızın parçalarını çuvallarla taşırken devletin helikopteri tepemizde geziniyordu. Bize niye bu layık görülüyor” diye sorduklarını anlatıyor. Sonra hemen ertesinde yılbaşı kutlamalarının coşkuyla yapıldığını, Felek Encü’nün “Beyoğlu'nda 34 köpek ölseydi, 34 Roboskiliden daha fazla değer görürdü” deyişini anlatıyor. Hiçbir yardım örgütünün Roboski'ye uğramadığının altını çiziyor ve devletin Roboskililerin rehabilite edilmesini bile istemediğinden, devletin görevlileri tarafından sürekli tacize uğrayan insanlardan örnekler veriyor. Mesela Ferhat Encü’nün, Felek Encü’nün, Kadir Encü’nün karakol komutanı ya da tugay komutanı tarafından gözaltına alınmakla tehdit edilmelerine dair duyduklarını anlatıyor.

Sıra Roboskililerin Meclise gelmelerine geliyor. Nurcan Aktay anlatıyor: İki kez Meclise geldiler ve bütün partilerin grup başkanvekilleriyle görüştüler. İlk gelişlerinde 40 kişiydiler, 2. gelişlerinde ise 18. AK Parti grubuyla görüşürken köylüler, büyük hakarete uğradılar. Mealen söylüyorum bunu Ak Parti grup Başkanvekili Ayşenur Bahçekapılı'ya köylüler, “Başka bir yerde katliam olsaydı yine böyle mi tepki verirdiniz? Bu katliamın sorumlusu sizsiniz, adaletin sağlanmasından da siz sorumlusunuz” şeklinde konuşmuşlar. Ayşenur Bahçekapılı, köylülere ''Benim sinirlerimi bozmayın, ırkçılık yapmayın'' şeklinde cevap vermiş. Ferhat Encü de şöyle demiş ''Ne demek yani, ne münasebet, biz ırkçılık yapsaydık eğer, partilerden birisini ayırırdık. Ama biz bütün partilerden randevu talep ettik.'' Bu ilk gelişlerinin hikayesinden bir kesit. İkinci gelişlerinde daha fecişeyler yaşıyorlar. AK Parti grup başkanvekillerinden randevu alıyorlar. Yine konuşurken köylüler, ''aradan bu kadar zaman geçti neden hala sorumlular bulunmuyor? Eğer hükümet bunun failini araştırmazsa biz onu sorumlu biliriz'' şeklinde bir şeyler söylüyorlar, sitem ediyorlar sonuçta. O da ''sen ne konuşuyorsun, Başbakan hakkında böyle konuşamazsın'' diyor daha sonra ''senin adın ne'' diyor Ferhat'a (Encü) ''Sen ne konuşuyorsun, biz size burs veriyoruz'' diyor, daha sonra bu konuşma geçerken danışmanı Ferhat'ın (Encü) önüne konan kağıdı açıklıyor.

Köylüler meclise gelmeden yaşanan olay ise Ferhat'ın (Encü) önüne koyan kağıdı açıklıyor; Bir kadın köylüleri arıyor. Biz 40 kişilik burs vermek istiyoruz, diyor (bu sayı daha sonra 20 kişiye düşüyor). Roboskililer: ''bursu bize kim verecek, biz devletten, hükümetten burs almıyoruz” diyorlar. Kadın da onlara şöyle cevap veriyor ''bir grup iş adamı duyarlılığıyla yapıyor bunu''. Köylüler de ''olabilir'' diyor. Bu daha sonra karşılarına Mecliste çıkıyor. Bursu verenlerin iş adamı filan olmadığını öğreniyorlar. Tabi buna çok içerliyorlar, neye uğradıklarını şaşırıyorlar. Ferhat’ın (Encü) bunlardan hiç haberi yok. Veli (Encü) ile görüşme yapılmış; 3 ay sonra karşılarına böyle bir şey çıkıyor. Bunun karşısında Ferhat Encü ''siz nasıl böyle bir şey yaparsınız, bize böyle hakaret edemezsiniz. Biz sizden burs istedik mi? Biz sizden katkı istedik mi?'' diye çıkışmış. Karşılığında siz yanlış anlıyorsunuz filan gibi tepkiler almışlar sadece. Daha sonra köylüler ''hayır, lütfen listeyi çıkarın bize, biz bu parayı geri ödemek istiyoruz, sizin yaptığınız etik değil. Velev ki öyle bir şey yaptınız, biz buraya ta nerden gelmişiz, bizim önümüze böyle liste çıkarmaya hakkınız yok. Bizden habersiz bizim hesabımıza para yatırmaya da hakkınız yok'' diye konuşuyorlar.

Araya Mehmet Can Çağlayan giriyor: “Velev ki bursu almış olsalardı, tazminat almış olsalardı, devlet yardım etmiş olsaydı, biz bunu hor görmeyecektik. Çünkü gerçekten buna ihtiyaçları var. Sorun şurada: devlet bunu yaparak onları itibarsızlaştırmaya çalışıyor. Bu sayede kendini meşru kılmaya çalışıyor 'Bakın yani bunlar yaşandı ama bunlara burs verdik ama bunlar hala başımızı ağrıtmaya çalışıyorlar' demek istiyor. Aileler bunun farkında çok ihtiyaçları olmasına rağmen tazminatı da, devletten gelen yardımları da kabul etmediler, diye anlatmaya devam ediyor. Bir de devletin iş bulma, para bağlama vaatlerinden söz ediyor, neler neler karşılığında? “Roboski eğer kanamaya devam ederse, yıllar yıllar sonra Dersim gibi mi anılacak acaba” diye soruyorum. Mehmet, Has Parti İstanbul İl Başkanı'nın ''eğer bu iktidarın rengi değişirse, Ak Parti'nin yargılanacağı ilk dava Roboski davası olacaktır'' dediğini hatırlatıyor. Diyor ki: “Ak Parti iktidarı velev ki 10 yıl daha sürsün. Ondan sonra rengi değişecek, taban değişecek. Biz mevcut şartlar altında adaleti konuşmanın çok zor olduğunu düşünüyoruz. Halkın üzerinde inanılmaz bir baskı var, kendi köylerinde protesto bile yapamıyorlar” diye devam ediyor. Nurcan Aktay, sorumluların bulunmaması durumunda, ailelerin kimliklerimizi yırtarak gideriz dediklerini aktarıyor. Servet Encü’nün de söylediklerişeyi somutlaştırmak, somut bir adım atmış olmak, karşıdakilere durumun ciddiyetini aktarmak, anlatmak için ailesi ile birlikte göç ettiğini söylüyor. Göç etmekten söz edenler, nereye sorusuna belirli bir yanıt vermiyor, Türkiye dışında her yerin olabileceğini ima ediyorlar. Roboski katliamının sorumluları bulunup mağdurlardan özür dilenip dilenmeyeceğini, umudun olup olmadığını soruyorum.

Mehmet Can Çağlayan: “Ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığımdan utanç duyuyorum”, diyor. “Bu insanlar, devletten birilerinin gelip yanlışlık olmuş demesini bekledi. Sadakatini sunmasını bekledi. Bir özür dilenseydi çok da fazla ısrarcı olmayacaklardı. Fakat artık kendi adaletlerini kendileri talep ediyorlar. Biz Roboskililerin göç etmesini istemiyoruz. Giderlerse kendi kendilerini cezalandırmış olacaklar. Cezalandırılması gerekenler başkaları, Roboskililer değil” diyor. Son olarak, “Roboski örgüt elemanlarının kaynağı da değil” diye ekliyor. “Tabutların üstündeki bayraklar örgütün bayrakları değildi aslında; öyle olsaydı bile bu bize uzak olmamalı. Devletin bakış açısı şu: o tabutun üstündeki bayrak var olduğu için tabutun içindekiler var! Ama işin gerçeği o değil ki: gerçekte tabutun içindekiler var olduğu için, tabutun içindekiler var. İnsanlar ve devlet bunu göremiyor.

 

 

Söyleşi Efecan Tan

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış