Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Sanatçının bir Cengâver Olarak Portresi Mehmet Ali Uysal

The Independent Gazetesi’nin 2014 yılında yaptığı “Dünyanın En İyi 10 Kamusal Sanat Örneği” listesinin üçüncü sırasında yer alan “Ten” isimli mandal yerleştirmesi ile uluslararası bir fenomen haline gelmiş olan Ankaralı sanatçı Doç. Dr. Mehmet Ali Uysal ile ODTÜ’deki evinde sohbet ettik. Mehmet Ali Uysal bize aileden, aşktan, talihten, yolculuklardan, kırsal yalnızlıklardan, kentsoylu arsızlıklardan, maharetin dirayetinden ve yaratma cesaretinden bahsetti. Gazete Solfasol olarak Çağdaş Sanat Müessesesi’nde başarıya ulaşmanın on pratik yolunu saptamaya çalışıyorduk oysa. Heyhat! Kısmet değilmiş...

Sanatçının bir Cengâver Olarak Portresi Mehmet Ali Uysal

Özgür Ceren Can: Mehmet Ali Uysal kimdir? Biraz kendinden bahseder misin bize?

Mehmet Ali Uysal: Lisede arabesk kültürüm vardı, İbrahim Tatlıses bile dinlerdim. Sanatla doğrudan bir ilişkim yoktu. Öyle bir ortamda büyümedim. Babam
Köy Enstitüsü mezunu bir öğretmen ve orada okurken Akademi’ye kabul edilmiş. Parasızlıktan gidememiş. Sanatla hafiften ilgileniyor gibi olsa da önümüzü açan bir tavrı da olmadı. Elimizden tutup bizi tiyatroya götürmüş değildi ya da bir kitap alıp okumamızı önermedi. Üniversitede ODTÜ’yü kazanınca Mersin’den buraya göçtüm. Buraya geldiğimde kültürel devrim gibi bir

şey yaşandı bence hayatımda. ODTÜ başka bir yer. O zamanlar Sakarya Caddesi’ni bile bilmezdik. Getto gibiydi ama hem mekânsal hem de kültürel dinamiği olan bir yerdi. İlk kez sinemaya burada gittim. İlk kez öpüşen insanları burada gördüm. İlk kez burada öpüştüm. İlk

kez piyanoyu burada gördüm. Birinci sınıfın sonunda yaşadığım kültürel şok nedeniyle burada yapamayacağım duygusuna kapılıp tekrar sınava girmeyi falan düşündüm.

Ceren: Yabancılaştın mı?
Mehmet Ali: Yabancılaştım... Bir parça aksanım falan

vardı. Çok fazla arkadaşım yoktu.

Ceren: Ama Şehir ve Bölge Planlama’da okumaya devam ettin değil mi?

Mehmet Ali: Evet. Sonra yurt inanılmaz bir deneyimdi. Yurt beni çok değiştirdi çünkü orada herkesin benim
gibi olduğunu gördüm. Bir arkadaşım Bingöllü Kürt bir imamın oğluydu. Diğeri Edirne’de belediyede çalışan
bir memurun çocuğuydu. Bir diğeri Kırıkkaleli ülkücü
bir çocuktu. Kafam değişti. İnanılmaz bir özgürlüktü bir taraftan. Topluluklar var, etkinlikler var. İki yıl sonra çağdaş dans falan yapmaya başladım. Dans etmeyi çok sevdiğimi fark ettim.

Ceren: Kendini keşfetmiş oldun yani...

Mehmet Ali: Tabii. Aile yok, yalnızlığı hissediyorsun. Kendin olmaya başlıyorsun. Bu süreçte seçmeli heykel dersi almaya başladım. Bir arkadaşım çok güzel kızlar olduğunu söylemişti heykel atölyesinde. Heykel ile karşılaşmam rastlantısaldı. Ne yapacağıma dair bir bilincim yoktu. İlk yaptığım büst bana acayip keyif verdi. Sosyal bir insan değildim, atölye hayatımın bir parçası haline geldi. O süreçte ben yarattım yarattıklarım beni yarattı... ODTÜ içinden sanatla ilgilenen insanlarla arkadaşlıklar kurmaya başladım sonra. Mezuniyet projemde heykel kullandım. Mezun olmadan önce büstlerden amatör bir sergi yaptım. Hikâye böyle başladı.

Ceren: Mezun olduktan sonra ne oldu?

Mehmet Ali: Kafam karışmıştı. Bu işe devam edebilir miyim diye düşünmeye başladım. Denemeye karar verip portfolyolar hazırladım. Bir sürü yere başvurdum, pek çok yer heykel bölümü mezunu olmadığım için beni geri çevirdi. Sonra Hacettepe’de yüksek lisans programına kabul edildim. Diğer taraftan ailem zaten bana fazlaca destek olamıyordu ama böyle bir yola girince iyice azalttılar desteklerini. İş buldum. Gündüzleri okula gidip, akşamları çalışıyordum ama kâbus gibiydi. Ev başka yerde, okul başka yerde, işim başka bir yerde... Hayatım yolda geçiyordu. Beytepe benim için çok farklıydı. Okul yeni, insanlar yeni, disiplin yeni... Bir de Remzi Savaş gibi çok kült bir hocadan ders alıyordum. Böyle bir hikâyeden başarı çıkmazdı zaten. Bıraktım, üç ay sonra da atıldım tabii. O zaman Özgür diye bir kız arkadaşım vardı, o da seramik dersleri alıyordu. Onunla seramik okarinalar yaptık, Yüksel Caddesi’nde satmaya başladık. Hayalimiz para kazanıp Bodrum’da ya da Akyaka’da bir yerde atölye kurmaktı. O kadar güzel okarinalar yaptık ki. Ama satılmadı. O arada askere gittim geldim. Askerdeyken af çıktı yüksek lisanslara, geri döndüm Hacettepe’ye. Denedim, yine derslerden geçemedim, olmadı. Sonra Özgür İstanbul’da iş buldu. Ben de gittim. İstanbul’da iki yıl yaşadım. Orada grafikerlik ve yazılım işleri ile uğraştım; ders CD’leri falan yaptık. Ama orada çalışırken heykel hep aklımdaydı. Sabundan falan bir şeyler yapıyordum. Sergi geziyordum, içimde bir burukluk oluyordu. İstifa ettim. Ankara’ya geldim. ODTÜ’deki heykel atölyesinin başına geçtim, asistanlık kadrosu verdiler. Kafamdaki kurgu şuydu: hayatım boyunca araştırma görevlisi olacağım ve bu atölyede heykel yapacağım. Ben buna tavdım. Ama hocalar “Bir daha dene yüksek lisansı.” dediler. Tekrar başvurdum. Üçüncü kez kabul edildim. Bu defa başkaydı ama. Başka bir çalışma ortamı hissetmeye başladım. Ben başkaydım, insanlar başkaydı.

Ceren: Güzel arkadaşlıklar kurduğun için mi öyleydi yoksa? Paylaşım insanı güçlendiriyor çünkü...

Mehmet Ali: Etrafımda bir cam vardıysa eğer o kırılmıştı artık. Beraber yemek yapıyoruz, geziyoruz... Güzeldi. Ama tabii beş yılın duygusal yorgunluğu ile geri gelmiştim diğer taraftan. Artık olsun istiyordum. Duvarda çalıştığım işleri yapmaya başladım. Dönem bitti, dersten yine kaldım. O zaman yirmi sekiz yaşındaydım ama nasıl ağlıyordum. Deli gibi ağlıyordum Ceren!

Ceren: Beş yıllık gözyaşı...

Mehmet Ali: Bir de artık yaptığım işe inanıyordum. Projemi ilk anlattığımda Remzi Hoca beğenmedi ama “Yap da görelim.” dedi. Sonra duvar aradım. Bölüm başkanlığı izin vermedi bölümün duvarlarını kullanmama. Bir Pazar gecesi bölümde kimse yokken kafamda ne varsa hepsini yaptım. Ya olmasaydı? Kafamda olmuştu ama

uygulamada ya olmasaydı? Bu sefer kesin biterdi! Ceren: Rus ruleti oynamışsın!

Mehmet Ali: Sabaha kadar tek başıma uğraştım. Sabah insanlar gelmeye başladı. Gelen işin başında kaldı.
Ben tabii çok tedirginim, uzaktan izliyorum. “Kim yaptı bunu?” diye aramaya başladılar. Ben de ortaya çıktım artık. Ama kimse kötü bir şey demedi. Ama dönem sonu yine kaldım. Büyük yıkımdı. Sonra ikinci dönem başladı. Kendimi toparladım. İşler kafamda çoğalmaya başladı. Çalıştım da çalıştım. Yarışmalara falan katılmıyordum hiç. 24. Günümüz Sanatçıları Sergisi’ne katılım gündeme geldi, o sıralarda ve katılım ücreti talep ediliyordu.

Bu bana ters geldiği için katılmamaya karar verdim, ama o dönemki kız arkadaşım Esra kendi işleri ile birlikte benimkileri de göndermiş. Sonra ödül aldığımı öğrendim. Yarışmalara girmek, sergiler falan açmak gibi bir vizyonum yoktu aslında benim sanat eğitiminden gelmediğim için. Ben sadece yapıyordum.

Ceren: Meselenin atölye sürecinde takılısın yani, orayı seviyorsun.

Mehmet Ali: Kişisel tatminim oradaydı, atölye benim bir parçamdı. İnsanlar beni öyle görüyordu ve bu hoşuma gidiyordu. Sonra işler açıldı. Küratörler aramaya başladı. Bir yıl sonra Galerist’in sahibi işimi satın aldı ve onlarla çalışmaya da başladım.

Ceren: Sen herhangi bir sergi başvurusu yapmadın yani?

Mehmet Ali: Tabii, onlar beni aramaya başladı. “Tebdilimekan” isimli ilk kişisel sergimi 2005 yılında, küratör Marcus Graf ’la yapmıştık. İnşaat alanındaki konteynırlardan bir tanesini sergi salonuna dönüştürmüştük ve oraya ev almaya gelenler tesadüfen sergiyi görüyorlardı. Benim için önemli bir deneyimdi. Sonra başka sergiler yaptık. Bir taraftan arkadaşım Erdal Duman’la Osman Dinç’e asistanlık yapıyordum. Osman Hoca kafama yurtdışına gitmeyisoktu. Sonra Ecole nationale Supérieure d'Dart de Bourges Değişim Programı ile birlikte Fransa’ya gittim. Doktora tezi sürecimdi. İlk üç ay kötü geçti. Türkiye’de Türk olduğumu hissetmiyordum, oraya gidince herkes Türk olduğumu hissettirdi. Dil problemi yaşadım, arkadaşım yoktu, yalnızdım. Sömestr tatilinden sonra Almanya’ya gittim. Weimar’da kaldım bir buçuk ay. Bir kız arkadaşım vardı. Karavanı vardı ve karavanla Avrupa’yı gezdik. Müthiş bir deneyimdi. O zaman Avrupa’dan keyif almaya başladım. Fransa’ya döndüğümde her şey başkaydı. Alıştım, arkadaşlar edindim, evim vardı, bisikletim vardı, projelerim vardı. Dönüp Weimar’da Galery Eigheinheim’da bir kişisel sergi yaptım. Bir müzik festivalinde siyahi bir arkadaşımla gezinirken Zoe Baraton’la tanıştım. Âşık oldum. Fransa’da kalma sürem dolmak üzereyken orada biraz daha kalabilmek için iki sanat yarışmasına başvurdum. “Ten” isimli devasa mandal yerleştirmesi projemi daha önce Türkiye’de birkaç yere sunmuştum. Para da istememiştim, sadece gerçekleştirebilmek istemiştim ama kabul edilmemişti. Le Vent Des Forets’a o proje ile başvurdum ve kabul ettiler. Kalma süremi bir ay uzattı bu ve Zoe ile birlikte gidip mandalın ilkini orada yaptık. Bu festivalde jüri o çevrede yaşayan köylülerdi. Hep beraber çalıştık. Köyde onların evlerinde misafir edildik. Yemekler yaptık. Açılış yaptık.

Ceren: Çok enteresan bir deneyim değil mi?

Mehmet Ali: İlk kez öyle bir şey yapmıştım. Bir de para kazandık. Fransa’ya gitmeden önce çok parasız kalmıştım. Sonra Zoe Türkiye’ye geldi. Bu arada ben Pi Artworks’le çalışmaya başladım. Zoe üç yıldan sonra geri gitti buraya dayanamayıp.

Ceren: Zoe ile olan duygusal bağın ve ilişkin seni Avrupa’ya daha çok mu yaklaştırıyor acaba?

Mehmet Ali: İyi mi kötü mü bilmiyorum... Son yedi yıldır sürekli uluslararası işler yaptım ama artık... Bilmiyorum. Paris, Londra, İsveç, Şangay, New York, Dubai, Hong Kong, Berlin, Beyrut gibi pek çok yerde proje oldu, oluyor, olacak.

Ceren: Dünyada dolaşıma girmişsin?

Mehmet Ali: Kafam açıldı. Bu koşturma ve vizyon genişlemesi bir taraftan keyifli ama diğer taraftan artık yeni kültür görmek istemiyorum. Çok gördüm diye değil, ben bundan hoşlanan biri değilmişim. İnsanlarla iletişim problemim var zaten. Çok kolay idare edemiyorum. Paris biraz daha özel ama geçen Haziran’da Amerika’da büyük bir proje yaptım; kâbus gibiydi. Bir de yurtdışında projeyi uygulamak çok zor: Ustasını, malzemesini, yöntemini bilmediğin yerlerde debeleniyorsun. Bazı yerlerde negatif ayrımcılığa bazı yerlerde pozitif ayrımcılığa uğruyorsun. Her gittiğim yerde önyargılarla savaşmaktan çok sıkıldım.

Ceren: Mersin’den çıkıp bir dünya vatandaşı mı oldun?

Mehmet Ali: Bana sorarsan dünya vatandaşı olmak büyük hikâye. Ama şunu hissediyorum, farklı milletlerden insanlar tarafından takip ediliyorum bir sanatçı olarak.

Ceren: Peki Ankara?

Mehmet Ali: Ankara’da ilk sergimi geçen sene yaptım. Dubai, Şangay, Londra, İstanbul, Beyrut solo sergilerimden sonra oldu yani. 23 yıldır buraya bağlıyım ben bütün hikâyem buradan geçmiş. Ama Ankara’da bir şey olabilmen için önce İstanbul’da olabilmen gerekiyor. İstanbul’da bir şey olabilmek için de önce yurtdışında bir şey olabilmek gerekiyor. Benim hikâyem önce uluslararası platformdaydı. Daha sonra ulusal platformlara taşındı.

Ceren: “Ten” isimli çalışman İngiliz The Independent Gazetesi’nde “Dünyanın En İyi 10 Kamusal Sanat Örneği” listesinde üçüncü sırada yer aldı. Bu yerleştirmen şimdiye kadar Fransa, Belçika, İsveç, Türkiye ve ABD de kamusal alanlara kalıcı olarak yerleştirildi. Bundan bahseder misin biraz?

Mehmet Ali: İlk bu projeyi hazırladığımda proje bütçesi dışında bir bedel istemeden sundum Türkiye’de bazı yerlere. Yok, istemediler. Dünyanın En İyi 10 Kamusal Sanat Örneği listesine girince kıymete bindi. O sırada web sayfam çöktü. Etkisi hoşuma gitti tabii ki ama ben “iyi” diyene de “kötü” diyene de çok kafamı takmıyorum. Dışardan gelen yorumlarla arama mesafe koyuyorum. Yaptığım işle kurduğum duygusal bağı önemsiyorum daha çok. Ben işimi içselleştiriyorsam insanların ne dediği çok önemli değil. Fikrini önemsediğim üç, beş tane arkadaşım var. Onlara danışırım. Biri Volkan Aslan, bir diğeri Erdal Duman mesela... Her önüme gelenin samimiyetine inanmıyorum.

Ceren: İşlerin iyi satıyor mu?
Mehmet Ali: Ben yaptığım işlere birinin para

verebileceğini hiç düşünmezdim. İnsanlara hediye ettiğim de olmuştur. Şimdi satıyorum. Ama satan iş iyidir diye bir şey yok. Parayla olan bağım da çok güçlü değil. Aldığım maaş bana yetiyor.

Ceren: Şehir ve Bölge Planlamacılığı okumuş olmanın kamusal alana müdahalene ne derece etkisi oluyor?

Mehmet Ali: Oldu deyip kestirip atmak kolaycılık olur. Mutlaka olmuştur orada aldığım temel tasarım eğitimi çok önemliydi. Sonra topografya öğrenmek, kente plancı gözü ile bakmak... Bunlar tabii ki donanım. Ama çocukluğumun daha çok etkisi olmuştur. Kadınlarla olan ilişkilerimin daha çok etkisi olmuştur. Lisans döneminde sanat eğitimi almamış olmanın dezavantajlarını yaşadım ama avantajları da oldu. Sanat eğitiminden gelenlerde gördüğüm bazı tutukluklar bende yok.

Ceren: Peki İstanbul’da grafik sanatlar ve yazılım üzerine çalışmanın işlerine etkisi oldu mu?

Mehmet Ali: Video işlerinin teknik olarak altından kalkabiliyorum.

Ceren: Sanat ve politika ilişkisi hakkında ne düşünüyorsun?

Mehmet Ali: İnsan algılarının ötesinde çok fazla söylemler üzerinden giden işleri çok sevmiyorum. Ama Halil Altındere’nin 1997’de yaptığı “Tabularla Dans” isimli işini mesela çok sevmiştim. Sanat var, fikir var, politika var... Peki, benim işlerimin politik söylemleri yok mu? Mersin’de arazimize evimizi kendimiz yapıyorduk yazın; tuğla, sıvasız... Kışın ODTÜ’de Housing Dersi alıyordum. Hoca Türkiye’nin kentleşme sorunlarından bahsediyor. Bir arazinin hisseli tapulara bölünüp herkesin orada kafasına göre ev yaptığından falan bahsediyor. İtiraf edemiyorum ki, ben de öyleyim. Kötü ama biz onu yapabiliyorduk. Daha iyisini devlet yapsaydı. Bizim durumumuzdan çok kötü durumda olan insanlar vardı, bulduğun malzeme ile olduğu kadar ev yaparsın. “Kabuk” serisinde galeri mekânındaki beyaz duvarı kullandım ve o beyaz duvar benim için parayı ve sanat piyasasını sembolize eder. Mısır Apartmanı’nda beyaz duvarı kaldırdığım zaman arkasından çıkan gecekondu tuğlası benim bilinçli bir tercihimdir. Orada politik bir ileti vardır. Ama bu çıkarımı işimi her gören yapmayabilir. Herkes farklı şey çıkarmalı da zaten bir işe bakıp herkes aynı şeyi anlarsa o iş iyi bir iş değildir.

Ceren: Memleketin gidişatı seni nasıl etkiliyor?

Mehmet Ali: İnsan olarak beni kötü etkiliyor ama sanatsal dilime çok yansımıyor. Şu sıralar Can Dündar’ın Lüsyen kitabını okuyorum. Kitapta Abdülhak Hamit Tarhan hiçbir zaman yaşadığı dönemin politik angajmanlarına takılmıyor. İşine odaklanıyor. Bir parça kendimi buldum açıkçası. Küratörler de çok sevmez benim yaptığım işleri çünkü üstüne yazacak hikayeleri yoktur. Spekülatif söylemleri yok işlerimin. Ahkâm kesmek de istemiyorum.

Ceren: Çok teşekkür ederiz bu güzel sohbet için. Mehmet Ali: Ben teşekkür ederim.

Fotoğraflar Can Mengilibörü
Söyleşi Özgür Ceren Can

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış