Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

ŞEHİR VE İNSAN HAKLARI PANELİ

“Adayları değil Ankara'yı konuşuyoruz!” sloganı ile 10 Kasım 2018 tarihinde ilki gerçekleştirilen “Yerel Yönetimler Forumları”serisinin ikincisi 23 Aralık Pazar günü yapıldı. Programın ilk bölümünde yer alan panelde “Şehir ve İnsan Hakları” çerçevesinde dört konuşmacı kendi uzmanlık ve deneyim alanlarında kente, kentsel yaşamdaki haklara, insan haklarına duyarlı kentlere ve kentte insan hakları ve kent hakkı bağlamında yerel yönetimlerin ve yurttaşların rollerine farklı açılardan bakarak ufkumuzu açtılar.

ŞEHİR VE İNSAN HAKLARI PANELİ

İlk konuşmacı Bilkent Üniversitesi Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarlığı bölümünde ders veren ve özellikle AVM’ler üzerine araştırmalar yapan Feyzan Erkip, “Kentsel Uygarlık” kavramı üzerinde durdu.

Bir kentteki altyapı eksikliğinin, o kentte yaşayanların günlük yaşamlarında yarattığı konforsuzluğun, trafik düzenindeki kuralsızlıkların giderek birbirine güvensiz ve öfkeli yurttaşlara dönüştürdüğü kentliler arasındaki ilişkilerindeki rolünden söz etti. Yerel yönetimlerden alınan hizmetlerin bir lütuf değil, kentlilerin alması gereken hakları ve yerel yönetimlerin de zaten yerine getirmeleri gereken görevleri olduğundan; kentlilerin yaşadıkları olumsuzlukları, “öğrenilmiş çaresizlik” davranışı ile karşılamamaları gerektiğinden; kentli yurttaşların uygar kent talep etme hakları olduğundan söz etti. Kentsel uygarlık kavramını, “birlikte yaşarken birbirine saygı göstermenin, kendi hayatını kolaylaştırdığının bilincinde olmak” şeklinde tanımladı. Bu tanım bir anlamda faydacı bir yaklaşımı çağrıştırsa da buradaki faydacılığın herkes için olumlu nitelikte olduğunun altını çizdi. Yani, eğer herkes yayayken kendisini bir sürücünün yerine; sürücü iken bir yayanın yerine koyabilse ve one göre davransa, bir gün kendisine de böyle davranılacağının rahatını ve güvenini duyabileceğini belirterek, bireysel empati kavramının ötesine taşıdı.

Kent yaşamının kuralları olabileceğinin kabul edilmesi gerektiğinden, birlikte kurulacak düzene uymanın ölçülebileceği kriterler arasında trafik kurallarına uymak geldiğinden söz etti. Trafik kurallarına uymanın Batılı kentlerde tartışılabilir bir konu olmadığını; bu kurallara uymanın herkesin hayatını kolaylaştırdığının
tüm kentlilerin bilincine işlendiğini söyledi. Oysa bizim kentlerimizde acelesi olduğu için herkesin trafik kurallarını ihlal etme hakkını kendisinde gördüğünü; öte yandan hemen her toplantıya da geç kaldığını ekledi.

Sorular bölümünde gelen bir soru üzerine kentsel uygarlık ölçümlemesi ile ilgili metodlar bulunduğunu, “yaşanabilir kentler” konusunda pek çok kritere göre değerlendirme çalışmaları yapıldığını; kentsel uygarlık göstergelerinden olan “güvenlik” kriteri açısından Ankara, İstanbul ve Antalya’nın listelerde yukarılarda yer aldığını; ancak “yaşanabilirlik” açısından Türkiye’den hiç bir kentin üst sıralarda yer almadığını söyledi. Ankara bu denli güvenli bir kent iken, gerek konutların pazarlanmasındaki vurgular, gerek halkın diğer toplumsal kesimlere ilişkin algıları nedeniyle özellikle üst gelir düzeyinden insanların kapalı topluluklar halinde yeni sitelerde, AVM’lerde kapalı bir ortamda yaşadıklarını belirtti. Türkiye’de ve Ankara’da kentteki kamusal alanda bulamadığı konforu ve güvenliği AVM’lerde bulabilen kentlilerin AVM’leri alış veriş ihtiyaçlarından daha çok boş zaman kullanma, sosyalleşme alanı olarak kullandığına değindi. Giderek “AVM kuşağı” denebilecek bir kentli kuşağın ortaya çıktığından söz etti. Bu kuşağın, AVM’ler dışında kentin başka kamusal alanlarını örneğin Kızılay ve Ulus’u hiç bilmediklerini anlattı. Genelde sınıfsal kökenleri bakımından bu konumda olan kesimle diğer yoksul, sığınmacı vb farklı kesimler arasında bir ayrışmanın kaçınılmaz olduğunun, kente dair yıllardır süregelen politikaların bu ayrışmalara neden olduğunun altını çizdi.

İkinci konuşmacı, mimar antropolog Emine Onaran İncirlioğlu hakların yerelliği ve evrenselliği tartışmasıyla söze başladı: insan hakları gibi evrensel, soyut değerler ve kavramların yerel somut uygulamalara yansıtılmasındaki zıtlık ve güçlükten bahsetti. Bunu başarabilen “İnsan Hakları Kenti” kavramı üzerinde durdu. Program ve uygulamalarında temel referans olarak evrensel insan hakları dokümanlarını gösteren kent yönetimlerinin bu kavramla anıldığından; ilki 1997 yılında Arjantin’de (Rosario) ortaya çıkan bu kentlerden halen Dünyada 40’ın üzerinde bulunduğundan söz etti.

İnsan hakları kentlerinde yerel yönetimlerin, diğer kamu kuruluşları, sivil toplum ve özel sektörle birlikte çalışarak insan haklarını temin etmesi gerektiğini vurguladı.

Sorular bölümünde gelen bir soru üzerine, son olarak 2018 yılında İsveç’de Lut kentinin insan hakları kenti olarak belirlendiğini ve böylece Dünya’daki toplam sayının 42’ye ulaştığını; bu listede Türkiye’den bir kent bulunmadığını söyledi.

Yerel demokrasinin kentlerde haklara erişmenin ve çoğaltmanın etkin aracı olacağını; ancak hak temalarının, yaşlılar, kadınlar, evsizler, ırk ayrımcılığı, kriminalite, çocuk, ekonomik haklar, temiz suya erişim, vb çeşitliliği dikkate alındığında yerel özelliklere göre programların özgün olmasının önemini vurguladı.

Konuşmasının en derli toplu metni bu sayıdaki kendi yazısında bulunduğundan daha ayrıntılı bir özetlemeye gerek görmüyoruz.

Daha sonraki konuşmacı Mehmet Can Çağlayan insan hakları alanının bir aktivisti olarak mülteciler ve insani yardım konularındaki saha deneyimlerinden bahsetti; kentte yaşanan barınma hakkı sorunu üzerinde durdu.

Ankara’da Önder ve Hacılar mahallelerinde yaşayan göçmenlerin uğradığı ayrımcı muameleye ilaveten alanın kentsel dönüşüme tahsis edilmesi, yaşadıkları alanların soylulaştırılması nedeniyle, halkın giderek kent çeperlerine göçmeye zorlanmasının hak temelli kent yönetimiyle uyumlu olmadığını vurguladı.

Şimdiye kadar pek ilgilenilmemiş bir konu olan “evsizlik” sorunu üzerinde geliştirdikleri bir insiyatif ile camilerin evsizlerin konaklama ihtiyacında kullanımı konusunda giriştikleri yerel ve merkezi temaslardan kalıcı ve sürdürülebilir çözümlere ulaşamadıklarını anlattı. TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu ile AŞTİ’de, kendilerine kısa süreli de olsa, yemek ve barınma imkanı sağlanan evsizlere ilişkin rapor hazırlanması sürecinden söz etti.

Türkiye’de 100.000 evsiz olduğunun tahmin edildiğini, bu konuyla ilgili çalışan bir kaç STK’nın çabalarından, Ankara’da Belediyenin 40 kişiyi barındırabilecek, ancak yalnız 15 gün hizmet sağladığı bir evsizler evi olduğundan bahsetti. Bu tür mekanların İzmir, Kocaeli ve Ankara’da bulunduğunu; İstanbul’da evsizlere ait belediyenin sağladığı herhangi bir barınma yeri bulunmadığını belirtti. “Evsiz”lere yaklaşırken ve onlara çözüm önerirken bizim kendi yaşam paradigmamız içinden değil, anlama gayreti ile ve onların gözünden yaklaşan çözümleri aramanın önemini vurguladı.

Son konuşmacı gazeteci İrfan Aktan bir kente bakarken, onun heterojen yapısını dikkate alarak, orada yaşayanların sınıf, inanç ve etnik yapı gibi özelliklerini dikkate almanın doğru olacağını belirtti.

Macaristan’da halk algısındaki “yabancılar” tehdidini öne sürerek evsizliği yeni çıkarılan yasalarla yasaklayan Orban’ın, şehirlerdeki

Gazeteci İrfan Aktan Ankara’nın “güçlüye, zengine göre” tasarlanmış ve işleyen bir kent olduğuna değindi. Güvenlikten, huzurdan, refahtan bahsederken “bunlar kimin

için?” sorusunun da birlikte düşünülmesi gerektiğini vurguladı tekinsizlik ve görüntü kirliliğini yasaklarla, evsizleri gözaltına alarak çözmeye çalıştığını faşizan bir yaklaşım olarak örnekledi. Buradan çıkarak, merkezi politik programların ve uygulamaların yerel durumu da belirlediğini söyledi. Bu değerlendirmeleri ışığında Ankara’nın da tüm özellikleriyle merkezi iktidarın tercihlerini yansıttığını vurguladı. Türkiye’de idare sisteminin merkeziyetçi anlayışla kurulduğunu; yerel yönetimlerin merkezi yönetimin çizdiği sınırlar içinde çalışmak zorunda olduğunu; yurttaş ilişkilerindeki durumun da mevcut politik tabloyla uyumlu olduğunu söyledi. Dikmen vadisinde yaşamını sürdürmeye çalışan geçici sığınmacıların (Türkiye Cenevre Sözleşmesini imzalamadığı için sadece batılı yabancılara mülteci statüsü verebiliyor; diğerleri halen geçici sığınmacı statüsünde “misafir” ve bu nedenle mültecilerin sahip oldukları haklara sahip değiller) yörede yaşayanlarca şikayet edilmesinin buna örnek olduğunu belirtti. Ankara’nın “güçlüye, zengine, temel olana göre” tasarlanmış ve işleyen bir kent olduğuna değindi.

Köyde ve kentte yaşanan yoksulluk şekillerinin farklılığına değindi. Geçici sığınmacılar için geçerli olan olumsuz, ötekileştirilmiş konumların, Çingeneler, yerinden edilmiş Kürtler gibi yoksul ve güçsüz kesimler için de geçerli olduğunun altını çizdi. Güvenlikten, huzurdan, refahtan bahsederken “bunlar kimin için?” sorusunun da birlikte düşünülmesi gerektiğini vurguladı. Bir erkek için güvenli olabilecek karanlık bir sokağın bir kadın için güvenli olmayabileceği örneğini verdi.

Pazar günü olmasına bağlanabilecek nedenlerle salondaki izleyici sayısı düşük, buna karşılık konuşmacıların niteliği çok yüksek, panelin ortaya koyduğu fikir zenginliği muhteşemdi.

İnsan ister istemez, keşke kenti yönetmeye talip olanlar da aramızda olsaydı demeden edemiyor. Neyse ki gazeteleri var, isterlerse okurlar.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış

İlginizi Çekebilir