Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Sevgililer Günü’nde Hazin Ayrılık: Tayyip Erdoğan - TÜSİAD Aşkının Anatomisi

Sevgili muhalefet, patronlar ülkenin demokrasisinden, eğitim sisteminden veya hukukun üstünlüğünün aşınmasından rahatsız değil. Çıkarımlarımızı bu gerçeklere göre yapmayacak olursak bugünkü iktidar değiştiğinde bugünkü iktidarın 4.0 versiyonuna sahip olacağız ve ne yazık ki topluma vaat ettiğiniz hiçbir şeyi gerçekleştiremeyeceksiniz.

Sevgililer Günü’nde Hazin Ayrılık: Tayyip Erdoğan - TÜSİAD Aşkının Anatomisi

TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Ömer Aras 14 Şubat’ta gerçekleştirdikleri genel kurul toplantısında iktidarı eleştiren ifadeler kullanarak TÜSİAD’ın Tayyip Erdoğan ile 25 yıldır devam ettirdiği “gönül” ilişkisine mesafe koymuştu. Açıklamanın sevgililer gününde yapılmış olması eski sevgiliyi derinden üzmüş olsa gerek ki açıklamadan 5 gün sonra AKP Grup Toplantısında kürsüye çıkan Tayyip Erdoğan önce “eski” sevgilisine had bildirdi hemen sonrasında TÜSİAD Başkanı ve TÜSİAD YİK başkanı hakkında soruşturma başlatıldı. Sevgililerin arasına girmek bana düşmez ancak bu büyük aşkın bir fotoğrafını çekerek gelecek günlere bir hatıra bırakmak gerektiği görüşündeyim. TÜSİAD 2 Nisan 1971 yılında, 12 Mart 1971 askeri müdahalesinin “fırtınalar” estirdiği günlerde kuruldu. TÜSİAD’ın kuruluş tarihi tabi ki tesadüf değildi. Türkiye tarihinin en özgürlükçü anayasası olarak tanımlanan 1961 Anayasasının yürürlüğe girmesinin ardından sayıları giderek artan sol sivil toplum örgütlenmeleri 1971 yılına gelindiğinde patronları çoktan canından bezdirmişti. 12 Mart müdahalesine zemin hazırlayan süreçte yaşananlar Türk Silahlı Kuvvetleri bileşenlerinden ziyade sonradan TÜSİAD’ı kuracak olan sermaye sahiplerini rahatsız etmişti.

12 Ekim 1969 seçimleriyle iktidara gelen Adalet Partisi ve Demir Kırat’ın yılmaz süvarisi Süleyman Demirel ve ana muhalefet Cumhuriyet Halk Partisi’nin işbirliği ile İş Yasası ve Sendikalar Yasası’nda yapılan değişiklikler Türkiye’de büyümekte olan sol sendikalizmi dağıtmayı hedefliyordu. İşçilerin bağlı bulundukları sendikalardan ayrılmasını zorlaştıran düzenlemeler sermaye ile barışık tavrıyla, sarı sendika olarak tanımlanan TÜRK-İŞ’ten dönemin en büyük sol sendikal örgütlenmesi olan DİSK’e üye geçişlerinin önünü almayı hedeflemişti. Yasal düzenlemelerin 11 Haziran 1970 tarihinde Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın onayından geçmesi kıyameti beraberinde getirecekti. 15 Haziran 1970 tarihinde eyleme geçen ve sayıları 75 bini bulan işçi kitleleri direniş kararı almıştı. Direniş iktidarı öylesine korkutmuştu ki eylemlerin 1. Günü akşamı Bakanlar Kurulu 60 günlük bir sıkıyönetim ilan etti. Eylemlere öncülük eden sendikacılar birer birer gözaltına alındılar ve sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandılar.

Millete “bol” gelen 1961 Anayasası öğrenci hareketlerinin de önünü açmış, Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan önderliğinde kurulan Marksist-Leninist örgütler özellikle Amerikan karşıtı eylemlere girişmişlerdi. 1968 yılında Amerikan 6. Filosu solcu öğrencilerin direnişiyle karşılaşmış, 1969 yılında ABD Büyükelçisi Kommer’in aracı ODTÜ’de yakılmıştı. 4 Mart 1971 tarihinde 4 Amerikalı askerin Ankara, Balgat’ta görev yaptıkları askeri üsten kaçırılması bir anlamda hükümet için bardağı taşıran son damla olmuş, 12 Mart müdahalesinden yalnızca 3 gün sonra Gezmiş ve arkadaşları yakalanmıştı. Dönemin bir diğer öğrenci lideri Mahir Çayan ve arkadaşları 17 Mayıs 1971 tarihinde İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom’u kaçırarak Elrom’un canı karşılığında Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının serbest bırakılmasını talep ettikleri bir bildiriyi İsrail Başkonsolosluğu’na bıraktılar. Bildiri “Amerikancı Bakanlar Kurulu’na” ifadesiyle başlıyordu. 26 Mart 1972 tarihinde Ünye Radar Üssü’nde çalışan biri Kanadalı, üçü İngiliz 4 teknisyeni kaçırarak teknisyenlerin canları karşılığında Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam kararlarının infaz edilmemesini talep ettiler. Çayan ve arkadaşları 30 Mart 1972’de, Tokat, Kızıldere’de güvenlik güçleriyle girdikleri silahlı çatışmada öldürüldüler.

Romantik bir devrim hikâyesi anlatmak amacıyla değil ancak 12 Mart muhtırası ve sonrasında devam eden sıkıyönetim süreci ve Nihat Erim’in başbakanlığında kurulan reform hükümeti süreçlerinin nasıl şekillendiğinin anlaşılması gerektiği kanaatindeyim. Amerikan emperyalizmini ve sermayeyi düşman olarak belirlemiş yasal ve yasadışı bütün örgütlerin tepesine “Balyoz Operasyonu” ile binen devlet güçlerinin himayesinde ve tam desteği ile kurulmuştu TÜSİAD. 12 Martçıların sırtını dayadığı Atatürk imgesi ile kavgalı sayamayacağımız sol örgütlenmelerin kafalarının ezilmesini devletin beka sorunuyla açıklamak çok makul gözükmemektedir. Devlet “sermaye düşmanları”nın başını ezerken solun yükselişi ile “mağdur” olan sermaye babaları TÜSİAD çatısı altında bir örgütlenmeye girişmişlerdir.

TÜSİAD’ın kuruluş sürecindeki gelişmeleri ele alırken kurucuları bir gözden geçirmek faydalı olacaktır. Kuruluşunun üzerinden 54 yıl geçmiş olmasına karşın kurucuların halefleri halen TÜSİAD’ın ve Türkiye ekonomisinin başında yerlerini korumaktadırlar.  VEHBİ KOÇ - Koç Holding A.Ş., SELÇUK YAŞAR -  Yaşar Holding A.Ş., FEYYAZ BERKER - Tekfen A.Ş., HİKMET ERENYOL -Elektrometal San. A.Ş., DR. NEJAT F. ECZACIBAŞI - Eczacıbaşı Holding A.Ş.,          RAŞİT ÖZSARUHAN - Metaş A.Ş., MELİH ÖZAKAT - Otomobilcilik A.Ş., OSMAN BOYNER - Altınyıldız Mensucat A.Ş., SAKIP SABANCI - Sabancı Holding A.Ş, AHMET SAPMAZ - Güney Sanayi A.Ş., İBRAHİM BODUR - Çanakkale Seramik A.Ş., MUZAFFER GAZİOĞLU - Elyaflı Çimento San. A.Ş. Türkiye’nin siyasi yapısını oligarşik dikta olarak tanımlayan Mahir Çayan’ın 12 Mart rejimi tarafından öldürüldüğü süreçte Çayan’ın tarif ettiği oligarşinin finans kapital kanadını oluşturan patronların TÜSİAD çatısı altında bir araya gelmiş olmaları daha da anlamlı bir tablo ortaya koymaktadır. Mahir Çayan oligarşik diktayı ve söz konusu yapının Türkiye’de nasıl işler olduğunu şöyle ifade etmişti:

“Sanayi devriminden geçmiş olan emperyalist-kapitalist ülkelerdeki yönetim de, geri-bıraktırılmış ülkelerdeki yönetim de oligarşik yönetimdir. Ancak emperyalist-kapitalist ülkelerdeki kapitalizm gerici bir tarzda değil (yukardan aşağıya değil), devrimci anlamı ile, iç dinamiği ile gelişmiş ve yerleşmiştir. Dolayısıyla, sadece alt yapıda değil, üst yapıda da burjuva demokratik ilişkiler egemen olmuş, feodal ilişkiler bertaraf edilmiştir. Fakat tekelci dönemde, kapitalizm serbest rekabet, milliyetçilik ve demokratik yönetim ilkelerini bir yana iterek, yerlerine tekel, kozmopolitizm ve oligarşik diktayı ikame etmiştir.

Ancak geçmiş dönemlerde proletarya ve emekçi kitleler, uzun süren kanlı mücadeleler ile demokratik hak ve özgürlüklerine sahip olmuşlardır. Emekçi sınıflar gerek nitelik olarak, gerekse de nicelik olarak güçlüdürler. Onun için bu ülkelerdeki oligarşi, klâsik burjuva demokrasisini ve özgürlüklerini belli ölçülerde sınırlayabilmekte fakat asla özüne dokunamamaktadır. Bu ülkelerdeki oligarşinin niteliği finans oligarşisidir.

Bizim gibi ülkelerdeki oligarşik dikta ise, sadece finans kapitalin damgasını taşımamaktadır. Çünkü ülkedeki kapitalizm, kendi iç dinamiği ile değil, yukardan aşağıya geliştirilmiştir. Dolayısıyla yerli tekelci burjuvazi, daha baştan, çekirdek halindeyken emperyalizmle bütünleşerek gelişmiştir. (Emperyalizm içsel bir olgu durumuna geldiği için bu oligarşi içindedir). Ancak bu gelişen tekelci-burjuvazi tek başına emperyalizmle ittifakını sürdürerek emperyalist üretim ilişkilerini muhafaza edecek güçte değildir. Dolayısıyla, yabancı ve yerli tekellere zorunlu olarak bağlı olan toprak burjuvazisi ve feodal kalıntılarla yönetimi paylaşmaktadır.

Oligarşik yönetim içinde, işbirlikçi-tekelci burjuvazi, emperyalizmin temel dayanağı olmasına rağmen, emperyalist üretim ilişkilerini muhafaza eden tek yerli sınıf değildir.

Bizim gibi ülkelerdeki oligarşik yönetim, rahatlıkla işçi ve emekçi kitlelerin demokratik hak ve özgürlüklerinin olmadığı tam bir dikta yönetimi ile ülkeyi yönetebilmektedirler. Buna sömürge tipi faşizm de diyebiliriz. Bu yönetim, ya klâsik burjuva demokrasisi ile uzaktan yakından ilişkisi olmayan "temsili demokrasi" ile icra edilir (gizli faşizm) ya da sandıksal demokrasiye itibar edilmeden açıkça icra edilir. Ancak açık icrası sürekli değildir. Genellikle, ipin ucunu kaçırdığı zaman başvurduğu bir yöntemdir.” [i]

TÜSİAD 1970’li yılları örgütlenerek, ilişki ve etki alanını genişleterek geçirdi. TÜSİAD Türkiye ekonomisinin küresel piyasalara eklemlenmesi sürecinin perde arkasındaki en önemli aktörü haline gelmekteydi. 1977 yılında kurulmasını desteklediği Ecevit hükümetinin 1979 yılında istifa etmesi için gazete ilanları veren TÜSİAD’ın derdi tabi ki Türkiye’nin hayrı değildi. TÜSİAD, 1977 yılında göreve başlayan hükümetten beklediğini bulamamıştı. 1977 yılında bozulan dış ticaret dengeleri sebebiyle ihracat bir önceki yıla göre 200 milyon dolar gerilemiş, ihracatın ithalatı karşılama oranı %30’a gerilemişti. 1978 ve 1979 yılları ithalatta gerileme yılları olarak kayıtlara geçti. Asıl önemli veri ise reel ücretlerin 1977 yılında zirve noktaya ulaşmıştı. Ekonomik gelişmelerin tamamı sermayedarların aleyhine işliyordu. TÜSİAD’ın hükümet üzerinde kurduğu baskı sonuç verdi. 1979 ara seçimlerinden galibiyet ile çıkan Süleyman Demirel’in Adalet Partisi 12 Kasım 1979’da yeni hükümeti kurdu. Süleyman Demirel, müsteşarı Turgut Özal’ın rehberliği ile bir ekonomi paketi hazırladı. 24 Ocak Kararları olarak tarihe geçen ekonomik “atılımlar” paketi TÜSİAD’a beklediğinden daha fazlasını vermişti. Türkiye’nin serbest piyasa ekonomisinin içine balıklama atlayışının çerçevesini çizen kararlar dış ticareti serbestleştiriyor, yabancı sermaye yatırımlarının önünü açıyor ve devlete ekonomiden el çektiriyordu. Paket 12 Eylül darbesine kadar uygulanamadı. Anayasayı askıya alarak ülke yönetimine el koyan askerlerin ilan ettiği sıkıyönetim 24 Ocak Kararlarının uygulamaya başlayabildi. Sıkıyönetim binlerce derneği kapatırken TÜSİAD’a dokunulmamıştı. Mahir Çayan’ın tanımladığı haliyle “sömürge tipi faşizm” devredeydi. Türkiye artık yerli ve yabancı sermayenin deyim yerindeyse at oynatabildiği bir ekonomik yapıyla tanıştı.

90’lı yıllara gelindiğinde ise Türkiye’deki toplumsal yapı büyük değişimlere uğramıştı. Yükselen İslamcı muhafazakârlık 1996 yılında Necmettin Erbakan’ın Başbakanlığında Refah-Yol hükümetinin kurulması ile sonuçlandı. Refah-Yol hükümeti 1 yıl içerisinde memura %130, işçiye %102 zam, emeklilere ise %116 ila %221 arasında değişen oranlarda ücret zamları yaptı. TÜSİAD patronlarının uykularını kaçıran bu gelişmelerin üzerine medyada devletin kirli çamaşırları ortaya dökülmeye başlandı ve Erbakan’ın irticai hareketleri sanki yeni başlamışçasına basın-yayın organlarında pembe dizi kıvamında yayınlanmaya başladı. Sürecin sonu yine darbeydi. 28 Şubat 1997’de Türk Silahlı Kuvvetleri Çankaya Köşkü’nde düzenlenen Milli Güvenlik Toplantısında bir dizi kararı hükümete dayattı ve uygulanmaması halinde yaptırımlar uygulanacağı tehdidini savurdu. Erbakan köşeye sıkışarak Haziran ayında istifasını verdi ve dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel teamüllerin aksine hükümet kurma görevini parlamentodaki 3. Partinin lideri konumundaki Mesut Yılmaz’a verdi. 28 Şubat süreci siyasal İslamcılara yıllarca suiistimal edecekleri bir “türban” kozu verirken kamu bankaları birer birer battı, enflasyon fırladı 17 Ağustos 1999 Marmara Depreminin yarattığı yıkımla birlikte 2001 yılında “Anayasa Kitapçığı Krizi” ile tetiklenen ekonomik krizi göğüslemek halk kitlelerine kaldı.

Kurtarıcı olarak Türkiye ekonomisinin başına getirilen Kemal Derviş’in uyguladığı IMF programı halkı daha da yoksullaştırırken, sermayedarlar tam istedikleri gibi bir ekonomik ortamı yakalamışlardı. Okuduğu bir şiir sebebiyle hapis yatan Recep Tayyip Erdoğan Erbakan’ın Milli Görüş hareketi içerisinden çıkmış biri olmasına karşın sonradan çok tartışılacak bir “gömlek değiştirme” hamlesine girişti. Erdoğan’ın 2001 yılında kurduğu Adalet ve Kalkınma Partisi(AKP) Milli Görüş’ün yenilikçiler kanadının partileşmesiyle oluşmuştu. Ana akım basın-yayın organlarında yenilikçilerin gömlek değişimi çoğunlukla sekülerizm çerçevesinde tartışıldı ancak asıl görülmesi gereken değişim, yenilikçilerin sermayeye karşı geliştirdikleri yeni bakış açısında aranmalıydı. Erdoğan TÜSİAD üyelerini ikna etmek için uzun uğraşlar verdi. Milli Görüş’ün yabancı sermayeye karşı mesafeli bakışını terk ettiklerini açık olarak ifade etti. Erdoğan 28 Şubat sürecini iyi tahlil etmişti ve TÜSİAD patronlarının tekerine çomak sokarak iktidarı kazanamayacağının, kazansa da iktidarda kalamayacağının farkındaydı.

Büyük Aşkın İlk Filizleri

Tayyip Erdoğan başta olmak üzere AKP kurucuları “ordu-medya ve holdinglerle” kavga edilmeyeceğini ısrarla açıklarken 28 Ekim 1999 tarihinde Hürriyet Gazetesinde yayınlanan bir haber, Tayyip Erdoğan’ın TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı’nın İstanbul, Yeniköy’deki evinde bir yemek davetine katılması ve toplantının yankılarını kamuoyuna duyuruyordu:

Erdoğan Çok İstemiş

Tamamı TÜSİAD üyesi olan 8 işadamıyla gerçekleşen yemekle ilgili ilk teklif birkaç ay önce Recep Tayyip Erdoğan'dan geldi. Erdoğan'a bu yemek için Münci İnci ile Cüneyd Zapsu aracılık etti. Bülent Eczacıbaşı, özellikle Zapsu'nun çok ısrar etmesi üzerine bu daveti gerçekleştirmeye karar verdi.

Erdoğan, önceki akşam aralarında Can Paker, Tuncay Özilhan, Cüneyt Zapsu, Erdoğan Gönül, Kaya Turgut, Sezgin Bayraktar ve Münci İnci'nin bulunduğu işadamlarıyla biraraya gelerek, ‘‘yepyeni’’ bir Tayyip Erdoğan'a destek çağrısında bulundu.

Davet sahibi Bülent Eczacıbaşı, verdiği yemeğin Recep Tayyip Erdoğan'a destek verdiği şeklinde algılanmasından rahatsız oldu. Eczacıbaşı'nın rahatsızlığı, yemekle ilgili olarak yaptığı yazılı açıklamaya da yansıdı. Eczacıbaşı, şunları söyledi:

Eczacıbaşı Tedirgin

‘‘Recep Tayyip Erdoğan bize görüşlerini açıklamak istedi. Bu görüşme bir destek anlamına gelmiyor. Sayın Recep Tayyip Erdoğan veya başka siyasetçilerle görüş alışverişinde bulunmamız çok doğal. Erdoğan bize görüşlerini açıklamak istedi. Türkiye'nin gündeminde olan herşeyi konuştuk. Biz hangi siyasetçi ile görüşürsek görüşelim tepki alıyoruz. Bazıları bunu destek vermek olarak görüyor, ama öyle değil. Bizimle aynı görüşte olmayanlara sırtımızı dönerek, onları dışlayarak hiç bir şey elde edebileceğimize inanmıyorum. Dünya görüşlerimiz ayrı da olsa, desteklemesek de herkesi dinlemek, anlamak, eleştirilerimizi ve inandığımız görüşleri cesaretle dile getirmek zorundayız. ‘Niçin onunla görüşüyor? diyenler, aslında sadece bizimle görüşsün' demek istiyor.’’

Tayyip Erdoğan’ın yıllarca İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ni yönetmiş bir kişi olduğunu söyleyen Eczacıbaşı, ‘‘Birbirimize görüşlerimizi aktarmada bir sakınca görmüyorum. Ülkemiz nasıl jeolojik fay hatları üzerinde yer almasının bedelini ödüyorsa, sosyal ve politik fay hatları üzerinde yer almasının da bedelini ödüyor. Sağ-sol fay hattı, islamcı-laik fay hattı, kürt sorununun yarattığı fay hattı... Bu ayrılıkların ortaya çıkardığı mücadeleler toplumumuza zaman ve güç kaybettiriyor. İdeolojik kutuplaşmaları aşamazsak sorunlarımızı çözemeyiz’’ diye konuştu.”

Aynı haberin devamında ise aynı dönemde Erdoğan’ın iş çevrelerini ikna turlarına yer verilmişti: “İstanbul Büyükşehir Belediyesi eski Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, 20 Kasım'da da Ege Sanayici ve İşadamları Derneği (ESİAD) üyeleriyle biraraya gelecek. Erdoğan geçen hafta da, Bağımsız Milletvekili Yalım Erez, ANAP'lı Ali Talip Özdemir ve Bülent Akarcalı gibi isimlerle biraraya gelmişti.”[ii] [iii]

TÜSİAD patronları kısa zamanda çok kar getiren bir siyasal iktidar ile karşı karşıya olduklarını anlamışlardı. Ortada ne irtica endişesi ne de muasır medeniyetler seviyesine ulaşma duyarlılığı kalmamıştı, TÜSİAD patronları tam gaz zenginleşmeye devam ediyorlardı. 2001 yılında başlayan AKP – TÜSİAD aşkı 2012 yılında AKP’nin getirdiği 4+4+4 eğitim sistemiyle bir gerginlik yaşadı. Eğitim sistemi nihai olarak niteliksiz ve ucuz iş gücü yetiştirilmesinin önünü açmaktaydı ancak emekçi kitlelerinin sırtından birikim elde eden patronlar söz konusu sistemi beğenmediler. Beğenmeme sebepleri ise yeni sistemin eğitimi geriye götüreceği ve kalitesizleştireceği öngörüsü idi. Aslında TÜSİAD şunu söylüyordu: Bizim iyi yetişmiş elemanlara ihtiyacımız var. Niteliksiz iş gücü ile yapacağımız üretim ve ticaret büyümemizin önünde engel oluşturur. Her konuda tam desteğimiz var ama sömüreceğimiz insan gücünü iyi yetiştirmemiz gerek! TÜSİAD 23 Şubat 2012 tarihinde yayınladığı açıklamayla bir konuya daha dikkat çekiyordu: ”Teklifte, ilköğretimi iki kademeye ayırma ve ilk kademe sonrasını açık öğretimle ilişkilendirme yönündeki düzenlemelerin özellikle kız çocuklarının eğitime katılım ve okula devamları açısından yaratabileceği sakıncalar ayrıca endişe vericidir.”[iv] Konuyu yine ekonomi ve emek sömürüsü üzerinden değerlendiremeyen veya değerlendirmeyi tercih etmeyen muhalif kesimler bu açıklamadan oldukça hoşnutlardı ancak TÜSİAD’ı bir kere daha tercüme etmek gerekirse “Sadece erkek iş gücü bize yetmez, kadınların iş gücüne katılmasının önünü kapatmayın zira ne kadar çok işçi o kadar düşük ücret!” deniliyordu. Erdoğan 6 Mart 2012’de konuştuğu grup toplantısında yeni eğitim sistemini eleştiren CHP ve TÜSİAD’ı eleştiriyor ancak TÜSİAD ile köprüleri atmamaya dikkat ediyordu. “Biz elitlerin, patronların, jakobenlerin talepleriyle değil, milletin talepleriyle adım atıyoruz. Fakat ben yine TÜSİAD'ı tebrik ediyorum. En azından 15 yıl önce nerede duruyorsa orada duruyor. CHP bir öyle, bir böyle konuşuyor.”[v]

Son Sevgililer Günü

2012 yılında kısa bir dalgalanma yaşayan Tayyip Erdoğan – TÜSİAD aşkı geçtiğimiz 14 Şubat’a kadar çoğunlukla istikrarlı nadiren gerilimli anlar yaşadı. Son sevgililer gününde TÜSİAD Başkanı Orhan Turan ve TÜSİAD YİK Başkanı Ömer Aras’ın hükümete yönelttiği eleştiriler artık Erdoğan için bardağı taşırdı. Patronlar konuşmalarında özetle “"Seçilmiş belediye başkanları görevden alınıyor, yerlerine kayyum atanıyor. Bir siyasi parti lideri hakkında önce soruşturma başlatılıyor, sonra farklı bir nedenle tutuklanıyor. Bir büyükşehir belediye başkanı hakkında yaptığı konuşmalar nedeniyle basın toplantısından dakikalar sonra soruşturmalar açılıyor. Bilirkişi görüşmesini yayınlayan gazeteciler gözaltına alınıyor, genel yayın yönetmeni tutuklanıyor. Yeni mezun teğmenler ordudan ihraç ediliyor. Çok kısa sürede arka arkaya gelen bu olayların toplumda endişe yarattığını ve güveni sarstığını söyleyebiliriz" denildi.

Aras, enflasyona ilişkin “Kamunun da özel sektör şirketleri ve vatandaşlarımız gibi eşit düzeyde kemer sıkması şart. Enflasyonla mücadele için 2025 yılında kamuda yapılacak tasarrufun daha etkin olmasını bekliyoruz. Devletin bütçe disiplinine uyması, kamu harcamalarını kontrol etmesi ve kamuda tasarrufu arttırması şart” ifadelerini kullandı. [vi] Koşullar 2012 yılından çok farklıydı. Tayyip Erdoğan iktidarını savunurken fütursuzca yargı sopasını kullanmaktan, kendisini eleştirenlere cevap verirken ağzına geleni söylemekten çekinmiyor. Erdoğan TÜSİAD’la olan bağlarını bir kalemde silip atarak “Eski Türkiye”nin değiştiğini ve artık patronların Türkiye’ye yön veremeyeceğini ifade etti. Erdoğan’ın konuşmasının hemen ardından Orhan Turan ve Ömer Aras gözaltına alındı, yurtdışına çıkış yasağı getirildi. Bundan sonrası bana soracak olursanız magazinin magazini olduğu için detaya girmiyorum.

TÜSİAD’ın 12 Nisan muhtırası ile başlayıp bugünlere kadar gelen hikâyesinin kısa bir özetini yaparak patron tayfasının siyasetle olan ilişkisini biraz olsun anlatmaya çalıştım. Bugün gelinen pozisyonda patronların açıkça iktidar ile bağını kopartmaya hazır olduğunu söyleyebiliriz. Ancak söz konusu aşkın son demlerinde yaşananlar halk kitleleri tarafından nasıl okunmalıdır? Sorusu konunun en yakıcı kısmı olarak öne çıkıyor. En azından benim baktığım yerden. TÜSİAD’ın bu karşı çıkışını en çok ana akım muhalefet ve muhalif basın-yayın organları sahiplendi. Muhalif siyaset konuyu TÜSİAD’ın açıkladığı demokrasi ve ekonomi çerçevesinden ele alarak bir manada patronları kahramanlaştırdı. İktidara yönelik yeni bir direnç noktası olarak görülen patronların “başkaldırısı” belli ki “sermaye iktidardan desteğini çektiyse bunlar gidici” hissiyatı yarattı. Söz konusu çıkarımlar doğru ve haklı olabilir ve hatta öyledir. Ancak patronların kucağında iktidara gelenlerin patronların kış-kışlamasıyla iktidardan gitmesi muhalefet kanadında pek bir endişe yaratmıyor anlaşılan. Hatta kendisini muhalefetten daha solda tanımlayan bir köşe yazarının “bırakın burjuvalar birbirlerini yesinler demek yanlıştır.” İfadesiyle demokrasiye sahip çıkılması için yeri geldiğinde patronlara da sahip çıkılmasını salık vermesi ne yazık ki Türkiye’nin içine düştüğü çaresizliğin bir tezahürü olarak görülmelidir.

“Aman bırakın birbirlerini yesinler.” Gibi yüzeysel bir tavır içerisinde tabi ki değilim fakat muhaliflerin seçenekleri patronlara sahip çıkmak veya birbirlerini yemelerini izlemekten ibaret mi? Diye sormadan edemiyorum. Patronlar ekonomik dalgalanmalardan rahatsız, patronlar uzun vadeli anlaşmalarda eskisi gibi önlerini göremedikleri için rahatsız, patronlar beyaz yakalı çalışanlarının yüksek enflasyon sebebiyle geçinemeyerek yurtdışına göçmesinden veya enflasyona uygun maaş zamları talep etmelerinden rahatsız, patronlar sene başında belirledikleri fiyatları yılın ilk çeyreği dolmadan güncellemek zorunda kaldıkları için rahatsız, patronlar üreten ve daha karlı pazarlar ile ilişki kurmak isterken, Türkiye’nin geleceğinin Körfez sermayesine bağlanmasından rahatsız.

Sevgili muhalefet, patronlar ülkenin demokrasisinden, eğitim sisteminden veya hukukun üstünlüğünün aşınmasından rahatsız değil. Çıkarımlarımızı bu gerçeklere göre yapmayacak olursak bugünkü iktidar değiştiğinde bugünkü iktidarın 4.0 versiyonuna sahip olacağız ve ne yazık ki topluma vaat ettiğiniz hiçbir şeyi gerçekleştiremeyeceksiniz. Patron – hükümet ilişkilerini TÜSİAD’ın ilk kurulduğu günlerde Mahir Çayan’ın tanımladığı şekilde yürütmeye devam ederseniz, aldığınız iktidarı AKP’den çok daha kısa bir süre içinde başkalarına teslim etmek zorunda kalacaksınız. Burada meseleyi Schmittvari bir yaklaşımla ya onlardansın, ya bizden olarak görmemek gerekir. İktidara giden her yol da mübah değildir. İktidar yolculuğunda payandası olmaya soyunduğunuz TÜSİAD’ın elinde nasıl bir gücü tuttuğundan haberiniz yoksa ben burada paylaşayım:

 

TÜSİAD'IN TEMSİL YETENEĞİ [vii]

Üyeleri 4,500’e yakın şirketi temsil eder. Bu şirketler yaklaşık olarak; 

Kamu dışı milli gelirin yarısını (%50) oluşturur

Dış ticaretin %85’ini (enerji ithalatı hariç) gerçekleştirir

Kayıtlı istihdamın %50’sini (kamu ve tarım hariç) sağlar

Kurumlar vergisinin yüzde 80’ini öder

Tabi ki siyasetin yapısının zorunlu kıldığı taktiksel ittifakların dönem dönem oluşması kaçınılmazdır ancak denize düşüldüğünde sarılacağınız yılanın boyutunu ve gücünü akıldan çıkartmamakta fayda vardır.   

 

----

[i] https://www.marxists.org/turkce/cayan/yayinlar/butun-yazilar.pdf

[ii] https://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/tusiadda-tayyip-bilmecesi-39110186

[iii] Dönemin detaylı anlatımı için “Medusa'nın Salı: Bir AKP Belgeseli” soL TV Youtube kanalı:   https://www.youtube.com/watch?v=tSPvdXIUQ1Y

[iv] https://tusiad.org/tr/basin-bultenleri/item/5314-tusiad--tbmm-gundemindeki-kanun-teklifi-mevcut-durumdan-dahi-geriye-gidise-yol-acacaktir--turkiyenin-ihtiyaci-olan-egitim-reformu-bu-degildir

[v] https://www.youtube.com/watch?v=9RCM6Imsuu8

[vi] https://tusiad.org/tr/konusma-metinleri/

[vii] https://www.tusiad.org/tr/tusiad/hakkinda

Yorumlar (1)

Erhan Öcal

12 gün önce / 24.02.2025

Kalemine sağlık dayanaklarıyla on numara bir makale ????????

  |   Beğenmedim 0   |   Cevapla

İlginizi Çekebilir