Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Şimdi

Denenmemiş hiçbir şeyin kalmadığı hükmüne varacağı zamanlara gelmeden önce insanoğlu, hayatın içindeymiş. İçinde yaşıyor olmak, zaman zaman hissettiği değil,
kışın yapraklarını dökse de narsız kalmayacağı bilgisiyle başını kaldırıp gökyüzüne iç çektiğiymiş. İçini çeke çeke eve giderken işyerinden alamadığı parası, alamadığı için yanında götüremediği siparişleri, götüremediği için bunu nasıl izah edeceği "olmayınca olmuyor"dan öte bir şey değil, ama sabahında güneşin doğacağına akşamdan inanmakmış. İnanmak resimde koyu, fizikte hareket, edebiyatta şiir, boyunda ilmekmiş. İlmek ilmek dolaştığı sokaklar sokak, mahalleler mahalle.

Şimdi

Mahalle maçının ortasından geçen at arabasının bıraktığı kötü bir şey değil, tezekmiş. Tezeklerin üzerine çekilen asfaltlardan sonra hızı, hızı kesilince de dudağı bükülen belediye değil, çocukmuş. Çocukluğun şimdilerde ipi gasp edilmiş elindeki topaç, ipsiz büyüklerin engin tecrübeleriyle dolu dünyasında umutmuş. Umut, o zamanlar Ankara'da kokusunu almak için burnunu zorlamadığın iğdeymiş. İğde ağacının gölgesinde coşkusunu, başka bir dünya hevesiyle bileyleyen, yere düşüp de dağılmaktan henüz uzakta, narmış. Nara, ancak içini açarsan görebileceğin nar tanelerine gönül veren iklim heves, ihtimal sazmış.

Sazın teli gönül teliyle, kalem kağıtla, sofra yerle, özgürlük yumrukla, aşk devrimle selamlaşırmış. Selamlar da sorgulanırmış elbet, ki insanın özünde büsbütün "güneş bir şekilde doğacak" değil, sorgu da varmış. “Var etmek için önce kendini yok et” diyen ariflerin cümle içlerinde ferahlık merdiveni otururken o vakitler, tırmanmak

dert olsa da, varılan yer dermanmış. Derman diye hazır cevapların peşine düşülse de o tarihlerde, sorulardan çok ellerdeki bilgiler doğru olarak bilinse de, ezberler baş tacı, fikirler ısrar, otoriteler amin, hürmetler dikine, durum tek tip, olsa da böyle böyle yolda olmak güzel, etraf tenha, hırslar silik, hep beraber güçlü, yeşil bir tık daha fazla, şüphe daha az, domatesler daha bol ve kırmızı; ulaşması daha zor fakat kıymetli; bilgi, üzerimize moloz yığını olarak kepçe kepçe boşaltılan, her şeyden bir parça, işimizi görecek, işimize gelecek kadar, vitamin gibi yutup her şey hakkında dilin haddini enerjiye açacak o kavram, yaşam gibi daha abartısızmış.

Birbirinden haberdar cümleler zamanla sırtlarından kopunca ürün toprakta, sade karmaşada, söz lafta, dost arkadaşta, aşk havada, eski yenide abartı kalmış. Sonra, üzüm bağını, zeytin dalını, balıklar suyunu, insan yakınını aramış. Aramış aramış da bulmuş mu? İnsan kendisini "olmayacak şeye bu kadar ısrar etmeye ne gerek var?" cümlesine önceden mi hazır etmiş de vermiş cevabını: "Olmuş meyvelerinizin güya ağaçlarını neyle suladığınızı da gördük!" deyivermiş. İnsan kendi dibini teflon bilip "nasıl olsa bana yapışmaz" diye düşünmüş. Bir yağsız yemek düşünce tavasına, unutup da dibi tutuşunca bir sefer, kazımak isteyince kendini... Sağlık için işte, kaldırıp atmış.

Abartıyor muyum?

Şu fiyakalı “şimdini yaşa" diyen şu an’ın müminleri abartıyor muyum? İnsanoğlu hiç olmadığı kadar kendisine yakın şimdi. Bu kadar yakınken, bu dünya insanın payına bunu; mutluluk, keyif, senin hikayen, paylaş diye sunup, kendisini kendisiyle baş başa bırakıp cebelleştirirken; "kendini sev diye verdik biz sana elinde avucunda gördüklerini" cüretine cevap, insan kendini bilip, çamuruna kimi razı edecek? Eni sonu bir çamurum ben, doğada bulunanına cilde ecza, ağrıya şifa, uykuya deva derlerken; ey benden olmayan, ey mazlumun tenhalığı, ey kimliğine yabancı iyi yetiştirilememiş çocuk, özgürlüğe hasret esaret, Ulus'ta üç kuruş için ter döken ucuz işgücü, cinsiyetinden, cinsel kimliğinden dolayı dışlanan, şiddete maruz kalan beden, savaşta kaybetmediği hiçbir şeyi kalmayan talihsiz coğrafya, cansızmış gibi duran yeşil, onu öyle gören, karnının derdinde göz, atıklarla birlikte yüzme bilmeyen deniz, kirlendikçe kendi mavisini unutan gökyüzü... “SEN olmaya geldim” deyip, bu dünyaya bir cevap vermenin lütfuna erecek. Her sene sonunda "bu kış soğuk geçecek" kışlık bilgisine çorbasını yanaştırıp da battaniyesini örtecek. Doğanın endemiklerine nezaket gösterip bir tavus kuşunun kanatlarına mucize kavlinde hürmet edecek. Nimet il nisyandan epey sonra, kıymetini bilmelerden de sonra, neşe ile gökyüzüne fırlatılan havai fişeklerden kuş sürülerinin ne kadar da ürperdiğini hatırlayıp, hatırlayıp da isyanı kendine zerk edecek. Sadece kendi başı ve sadece kendi yüreğindeki sarayın görünmez ışığında polis bekletmeyecek. Doğacak üçüncüyü beklerken düşlerinin kısırlığına keçiboynuzu olup da üzülecek.

Kendisini sadece bu dünyada çalışmak için doğduğuna ve zamanını bunun için öylece doldurduğuna hemfikirmiş gibi duyuran dünya öğretisini iki mars bir düzle bertaraf edecek. “Şu hayata sadece şu hayat!” gibi işaret ederek değil de, bütün canlıların solumak istediğiymiş gibi bakacak; yaşadığı şehri, doğumu, yaşamı ve ölümü geçirdiği bir zaman dilimi gibi değil de, bin yıl sonrasına kalabilmiş bir ağacın damarlarına "hakikaten yaşıyor mu?" merakıyla elleriyle dokunmak isteyen bir insanın baba yadigarı bir saati sevmesi gibi sevecek; altlı üstlü kilitlediği kapısını açıp, ayaklarını kapı önünde güzelce çıkarıp, eğilip parmaklarıyla ayakkabılarını yerden alıp, geri geri içeriye girip, kapıyı da kapatıp, çayın altına suyu koyup, ekmeği masanın üzerine bırakıp, üzerini değiştirip, çayı demleyip, teflonun üzerine köfteleri dizip, sofrayı hazırlayıp, afiyet olsun olup odaya geçerek, televizyonun düğmesine basıp, kanepeye uzanıp; bütün yorgunluğu, telaşı, bütün sıkıntıları –selamlaştığı kapı komşusunu, ekmek alıp parasını uzattığı kalabalık marketi, metrodan tıkış tıkış inip koştur koştur çıktığı caddeyi, kırmızı ışıkta “araba

da yok, geçsem mi” deyip geçemediği, geçmediği için kendisini kutladığı anı, şehrin dumanını, iş makinalarının gürültüsünü, işyerindeki hesap kitap işlerini, müdürünü, çalışma arkadaşlarını, öğlen ne yiyeceğini, hiç bitmeyen müşteri taleplerini, sabah hızlıca yaptığı kahvaltıyı, saat yedide çalan alarmı, alarmdan önce yarıda kalan rüyasını, yorgun düşmüş zihnini, akrabası bedenini sürükleye sürükleye götürüp de yatırmasını – hepsini, az önce ayakkabılarını çıkarıp kapı önünde bıraktığı eşiğe koyup, oh çektiği o eve, dört duvar içinde yaşanılan saadet içinde dışardaki kötülüklerden saklanılan işte o eve – satın alırken cephesine, güneş alıp almadığına, değerlenip değerlenmeyeceğine, mutfağının genişliğine, katına, mantosuna, inciğine cıncığına kadar düşünüp de başını sokmaya karar verdiği o eve – girerken ve çıkarken söylediklerini, dışarda oh çekemeyen kabaca herkesin "kötü işte" dediği dünyaya, kendini tekrardan çıkarıp belki şikayet ettiği suskunluğa denemeye değer bir ses bulup şu ana kadar hiç söylenmemiş bir cümle söyleyecek.

Abartıyor muyum?

Kime anlatayım ki ben bunları... “Fena ey yaşayanlar!” deyip de kimi uykusundan uyandırayım? Burada karşımda sen şu paslı musluktan usul usul akarken senden vazgeçip dilek kipinde kime yazayım? Eğik başımı doğrultup, bitti deyip duaya, geleceği zarafetli kılacak nice incinmiş çocuklara şimdiden amin olayım.

Yaşamak

Ekmeğe, aşka ve ömre küfeleriyle hükmedenlere... Ahmed Arif’in umudunu yüklenenlere...

Karaca Yiğit Pehlivanlı
Sen şimdi nefes alıp veriyorsun ya, Yaşadığını mı sanıyorsun?

Elinin tersiyle sildiğin yüzünde, Her seferinde,
Bir kara bulut belirir.
Dik duruşunla bütünleşir, Saklar bizden hüznünü.

Alnından süzülen ter damlaları, Kara bulutları dağıtır yavaşça. Yağmur olur emeğinin sancısı. Ancak,

Bereketi taşımamış hiç.
Heba olmuş,
Umutların hasat edileceği güzel günler tarlası...

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış