Artık Türkiye’deki birçok şehrin sokaklarında olduğu gibi Ankara’da da daha çok “mülteci” olarak tanımlanan veya öyle olduğu söylenen yabancıya rastlıyoruz. Peki, “mülteci”nin kim olduğunu ve her hangi bir yabancıdan farkını, niçin vatandaşı olduğu ülkeden uzaklarda, bizim sokağımızda, parkımızda, derme çatma teknelerde, kamyon kasalarında kötü koşullarda yaşadığını veya ölümcül yolculuklar içinde bulunduğunu biliyor muyuz, ya da bunu hiç merak ettik mi? Bunları bilmeden, bilmiyorsak bilmeye çalışmadan bu kişilerin varlıklarından rahatsız olmak, haklarında fikir yürütmek, üstelik bu kişilere ne yapılması gerektiğine dair yargıda bulunmak doğru ve haklı bir davranış olabilir mi?
Aslında gelenek hukukunun içinde ve insanlık tarihi kadar eski olan iltica olgusu günümüzde de insan hakları ihlallerinin pervasızca ve yoğun olarak yaşandığı ülkelerin varlığını devam ettirmesi ile önemini korumaktadır. Zira “Herkesin zulüm altında başka ülkelere sığınma ve sığınma olanaklarından yararlanma hakkı vardır.” (İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, İHEB madde 14). Genel olarak iltica hakkı temel, birinci kuşak, devredilemez insan haklarından sayılır. Kanaatimce bu yazıyı okurken ve mültecilerle ilgili herhangi bir yazı okurken, TV’de ilgili bir haber seyrederken, ilticanın temel bir insan hakkı olduğu ve mültecilerin keyfi nedenlerle değil, yaşamsal tehditlerden ötürü kaçtığı gerçeği bir düşünce balonu şeklinde her zaman kafamızın üstünde bir yerlerde durmalıdır. Bunu unutursak korkarım mültecileri ve mültecilerle ilintili herhangi bir konuyu doğru değerlendiremeyebiliriz. İHEB’nin kabulünden sonra İHEB’de tanımlanan haklar için hazırlanan BM sözleşmelerinden ilki olan Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair BM Sözleşmesi, 1951 yılında Cenevre’de imzalanmasından bu yana, bu alanda dünyada en yaygın ve etkili uluslararası hukuk normu vasfını sürdürüyor. Türkiye’nin de hazırlayıcıları ve ilk imzacıları arasında yer aldığı bu sözleşmenin birinci maddesi “mülteci”yi tanımlıyor ve kişilerin “ırkları, dinleri, milliyetleri, siyasi görüşleri ve belirli toplumsal gruba mensubiyetlerinden” ötürü zulüm görme riskleri varsa onları vatandaşı oldukları ülke dışına kaçmaları şartına ve “şansına” bağlı olarak uluslararası koruma altına alıyor. Türkiye de sözleşmenin başında tanınan imkan gereğince bu sözleşmeyi “coğrafi sınırlama” ile tanıyan ve sözleşmenin BM nezdindeki yürütme komitesinde (EXCOM) yer alan bir ülkedir. Bunun anlamı; Türkiye’ye Avrupa’nın siyasi sınırları olan Avrupa Konseyi ülkelerinden yapılan bir iltica başvurusunun “mülteci”, dünyanın geri kalan kısmından yapılan iltica başvurularının ise “geçici sığınma” prosedürü altında işlem göreceğidir. Türkiye, sığınmacı prosedüründen olumlu sonuç ile çıkan kişilerin, muhafaza ettiği coğrafi sınırlamadan ötürü, kendi ülkesinde devamlı olarak mülteci olarak yaşamasını kabul etmemekte, bu kişilerin uluslararası toplum adına Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) tarafından bir başka 3. ülkeye gönderilmesine kadar ülke topraklarında kalmasına “tahammül” etmektedir. Bu nedenle, Türkiye’ye doğru asıl nüfus hareketinin yaşandığı Avrupa dışından sığınma amaçlı gelen yabancılar, bu taleplerini -her ikisinin de merkezi başkent Ankara’da olan- İçişleri Bakanlığı ve BMMYK Türkiye Temsilciliği’ne iletirler.
Günümüzde “paralel prosedür” denilen bu süreçte, kişinin beyan ettiği iltica nedenleri kritike edilir ve dosyaların hemen hepsinde BMMYK’nin kararı doğrultusunda kendisine bir statü verilir. Bu prosedürün sağlıklı bir şekilde işletilebilmesi adına başvurucu ile ön kayıt, kayıt, mülakat ve belki 2. mülakat görüşmeleri yapılır. Bu görüşmelerin dışında başvurucu (sığınmacı) hakkında bir karar verebilmek üzere dosya üzerinde inceleme yapılır. İçişleri Bakanlığı tüm bu prosedür süresince (ki minimum 2,5-3 yıldan başlayıp, olumsuz kararlara yönelik itiraz ve yargı yollarına başvurulması halinde 7-8 yıla kadar uzayan uzun bir süreçtir) sığınmacıya önceden tespit edilen ve ”uydu kent” tabir edilen şehirlerden birinde (31 olan uydu kent sayısı geçtiğimiz yıl 53’e, kısa zaman öncesinde de 64’e çıkarılmıştır) ikamet etmesini emreder. Türkiye’de (Suriye’den gelen sığınmacılar için yapılanlar hariç) “mülteci kampı” yoktur ve belirtilen uydu kentlerde sığınmacılardan şehir içinde serbest ikamet etmeleri, kaçmadıklarının tespiti amacıyla da haftanın belirli günlerinde Yabancılar Şubesi’ne giderek imza vermeleri istenir. Ancak sığınmacıların o uydu kentte yaşayabilmeleri konusunda kolaylık sağlayan, buna imkan veren ve “otomatik” işleyen uluslararası, ulusal, resmi veya sivil bir sosyal yardım mekanizması yoktur. Birçok sosyal hak alanında sorun olduğu gibi, çalışma izni alabilmek de teorik olarak mümkün, pratik olaraksa imkansızdır. Dolayısıyla sığınmacılar bu şekilde zorunlu iskana tabi tutuldukları bu uydu kentlerde kiralayabildikleri derme çatma evlerde sadece iltica taleplerinin yer aldığı dosyalarının sonuçlanmasını bekler, bekler ve beklerler. Bu süreç içinde şehirlerde belli belirsiz bir görüntü olarak yaşarlar ve elbette o şehir halkı ve kamu otoriteleri ile asgari düzeyde dahi olsa bir sosyal ilişki kurarlar. Tecrübelerimiz göstermektedir ki; her şehirdeki mevzuat aynı olsa da o ildeki kamu otoriteleri, Sosyal Yardımlaşma Vakfı yöneticileri, yerel idareciler ve sivil toplumun ilgi, bilgi ve duyarlılık derecesine, yani neticeten keyfine göre sığınmacı kesime yönelik sağlanan hizmetler çok çeşitli seviyeler göstermektedir. Keza; yerel idareler, yerel medya, sivil toplum örgütleri ve akademinin ilgi ve alaka düzeyine göre sığınmacıların şehir halkı ve yaşamına dahil olma süreçleri şehirden şehire ciddi farklılıklar göstermektedir.
Doğumuzdaki ve güneyimizdeki ülkelerde insan hakları ihlallerinin artması ile Türkiye’ye sığınan insan sayısı artmıştır (BMMYK verilerine göre kayıtlı sığınmacı sayısı -Suriye’den gelen kitlesel sığınmacılar hariç olmak üzere31.08.2012 tarihi itibariyle 28.791’dir ve geçen yılın aynı tarihine göre 18.000 civarında olan sığınmacı sayısı önemli oranda artmıştır. Buna karşılık Türkiye’de BMMYK tarafından “mülteci” statüsü almış kişiler içinden 3. ülkelerin aldıkları kota sürekli azalmaktadır (bu yıl 5.930’a düşmüş durumda). Dolayısıyla belirsiz süreli, oldukça sıkıntılı bekleyiş çoğu sığınmacı açısından artık dayanılamaz noktalara varmaktadır. Örneğin Afganların mülteci statüsü almalarına rağmen bir 3. ülkeye yerleştirilememeleri sorunu artık oldukça dramatik bir noktaya ulaşmıştır. Sığınmacılar kamu temsilcileri, yerel yönetim temsilcileri ve sivil toplum temsilcilerinden hak ettikleri ilgiyi görmediği ve hak bazında kendileri ile ilgilenilmediği takdirde, yaşam koşulları insan hakları ve insan onuruna yakışmayan koşullardır. Bu nedenle aslında bu koşulların sağlanmasında aldıkları rol ve inisiyatif ile kamu, yerel idare ve sivil toplum temsilcileri kendi insan hakları ve insan onuruna verdikleri önem ve değeri göstereceklerdir. Bu hususta Türkiye tarihinde iltica alanını içeren ilk yasal düzenleme olan ve 3 Mayıs 2012 tarihinde TBMM’ye sevk edilerek komisyon çalışmaları büyük oranda biten “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu”nun önümüzdeki günlerde TBMM’nin açılması ile genel kurul önüne gelecek olması büyük ve önemli bir fırsattır. İlk kez kurulacak Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün ve yeni yasa ile ilk kez ihdas edilecek iki önemli kurulun bu sahadaki büyük boşluğu doldurması beklenmektedir.
Yorumlar (0)