Unutmanın ve hatırlamanın en zor olduğu şehirdir Ankara. Öyle ki henüz gençseniz şehrin yaşayamadığınız geçmişini bile aklınızdan çıkaramazsınız, kendi hafızanızda çektiğiniz ve hatırınızda kalan bir fotoğrafı da yoktur aslında.
Nasıldı Ankara?
Bir kez olsun gelmeyenlerin bile rengini bildiği şehir sahiden hâlâ gri mi? Ankara, o bilindik rengiyle kendi hatıralarına kocaman bir fondu aslında. Yürüdüğünüz sokaklarda, tırmandığınız bir yokuşta, içine girip yeni bir hikâyeye daldığınız bir tiyatro salonunda, bir kıraathanenin önünden geçerken, Ulus’tan Sıhhiye’ye inerken mutlaka gelecektir aklınıza Ankara’dan gelip geçen bir şair. Hiç değilse göğe baktıran şairi, Ankara’da bir pasajın terasında yazdığı şiiriyle başınızı hafifçe gökyüzüne kaldırdığınız vakit anımsarsınız;
Ankara’nın göğe baktıran geçmişini. Üniversite öğrencilik yıllarımı geçirdiğim Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesine her gidişimde girişinden başlayıp ilk katı dönen merdivenlerin ahşap trabzanlarına dokunduğum vakit nasıl gelmesindi Ahmed Arif aklıma? Sanki yan yana yürüyormuşuz gibi bir heyecanla harmanlanıp öyle çıktım o merdivenlerin basamaklarını. Kimimizin kendi hatırasında olan kimimizin yalnızca duyduğu anılarımızın ahşap kutuları arasına artık yeni bir mekân daha geldi. Eski Yeni... Hepimizin önünden mutlaka geçtiği, bazen dinlenmek adına oturup bir çay içtiği, bazen içerden gelen müziğin ahengine kapılıp kendisini şarkıda bulduğu, bazen bir konserde dans ettiği Eski Yeni artık hatıralarımız arasında esen tatlı bir rüzgâr. Şimdi nasıl olsun da hatıralar dolu bu yer ve insanlar sızlamasın yüreklerimizde. Ankara’nın belleği, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’inde söylediği gibi: “Ne kadar çok hatıra ve insan… Niçin geçmiş zaman bizi bir kuyu gibi çekiyor?
Ankara’nın zaman kuyularından çıkan sözlerde, yazılarda, arşivlerinde rastladığımız fotoğraflarda sanatı kucakladığını görmek aşikâr. Bunun en önemli sebeplerinden biri 70’li yıllarda Türkiye’de sanatçıların kültürü siyasetin ve kültür bakanlarının ufkuna bırakmayışları. 1974 yılında MSP ile koalisyon yapan Birinci Ecevit Hükümeti göreve geldiğinde, Milliyet Sanat Dergisi sanata dair süre giden olumsuzlukları gidermek adına “Sanatçılar Yeni Hükümetten Neler Bekliyor” başlıklı bir oturum düzenlemişlerdir. Yalnızca yasalar ile ilgili değil pek çok alanda sansürün önlenmesi, sanatçıya ve emeğe saygı, baskıların ve tutuklanmaların sona ermesi gibi sorunları içeren konular; Hüseyin Gezer, Yaşar Kemal, Yalçın Tura, Zeynep Oral, Aziz Nesin, Haldun Taner, Ülkü Tamer, Yaşar Nabi Nayır, Oğuz Akkan, Akkal Atilla’nın da aralarında bulunduğu sanatçı ve yazarlar tarafından bu oturumda dile getirilmiştir.11976’da düzenlenen bir başka oturumda ise “Devletin Kültür Sanat Politikası ve Devrimci Sanat” başlığını taşımaktadır. Ankara’da Çağdaş Sahne Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen açık oturumda, Sevgi Soysal, Füsun Altınok, Uğur Mumcu, Emre Kongar, Mete Tunçay, Bedrettin Cömert, Muammer Sun tartışmacı olarak katılmıştır. Devletin sanatta destekleyici rol oynamasından ziyade devlet sanat ilişkilerinin bağımsız iki alan olarak görülmesi gerektiği görüşü oldukça dikkat çekmiştir. Mete Tunçay konuşmasında Kültür Bakanlığının kaldırılmasını kültür ve sanat çalışmalarının bağımsız bir kurum tarafından yürütülmesini önermiştir.
Füsun Altınok ise devletin özgür düşünce ortamı yaratması gerektiğini ve kültür işleriyle ilgilenmesinin doğru olmadığını ifade etmiştir.2 Elbette bu oturumlarda konuşulanlar gerçekleştirilemedi, sanat hiçbir zaman sansürsüz dile gelmedi, sevgili Oktay Akbal’ın “Kültüre Bakanlar”3da söylediği gibi kültür, kültüre bakamayanların elinden alınamadı. Sese, yazıya, dönüşen her fikrin suç sayılabildiği toplumumuzda sanatçılarımız, yazarlarımız şimdilerde bu oturumları yüreklice yapabilirler mi? Bilmiyorum. Yapabilenlerin ağızlarından daha sözler çıkarken yargıları giydiriliveriyor, yapabilmişlerin de ahvalini maalesef hepimiz biliyoruz.
70’li yılların zaman kuyusundan buralara gelmek zor, gelsek de ne kaldı elimizde diye sormak düşüyor payımıza. 1975 yılında Cumhurbaşkanı Fahri Koraltürk’ün talimatı ile Ankara’nın Namazgâh Tepesine 1927’de inşa edilen Türk Ocağı binası, Ankara Resim Heykel Müzesi yapılmak üzere Kültür Bakanlığına devredilmiştir. 2 Nisan 1980’de müze açılmıştır. Şimdi üzülmeyecek miyiz Ankara’nın daha nice yerleri layık değil mi müzelere diye? Tüm bunları düşününce toplum olarak aynı durumun yoksulu olduğumuzu hissetmiyor muyuz hepimiz? O yıllarda cumhurbaşkanlarının verdiği talimatlar yalnız yakıp yok etmek ile ilgili değilmiş. Biz sanatı inşa etmek, kültürü muhafaza etmek adına cümleler kuran devlet adamlarını genç bir insan ömrü kadardır göremiyoruz. Toplum olarak içine düşürüldüğümüz yoksulluklar can çekişir durumda. Ne zaman hayat vereceğiz bilinmez. 1970 ve 1980’li yıllarda Türkiye’de güzel sanatlar anlamında eğitim-öğretimi sürdüren üç akademik kurumdan biri Gazi Eğitim Enstitüsü Resim İş Bölümü Ankara’da etkin durumdadır.
70’li yıllarda ve sonrasında çağdaş sanatçıların yetişmesinde ve Ankara’da bir sanatçı kuşağı oluşmasında etkin rol oynamıştır.4 Yıl sonlarında gezici sergiler düzenleyerek sanat eğitimini yaygın hale getirmiştir. Elbette yalnızca bu sergiler sanatı yaygınlaştırmak açısından yeterli değildi, Türkiye’de özel galericiliğin temeli 1940’lı yılların sonunda atılmış olsa da özellikle 1950 ve 1960’lı yıllarda Ankara ve İstanbul’da çokça özel galeri açıldığı bilinmektedir.
Nurullah Berk 1973 yılında “Bir Koleksiyon Üstüne Düşünceler” başlıklı yazısında: “Sizin memleketinizde devletin her şehrinde müzeleri, tiyatroları, operaları, konservatuarları var. Sanat bütçesi milyarları bulur. Sizin memleketinizde büyük koleksiyoncular var, onlar da Rembrandt’ın ya da Cezanne’ın bir tablosuna milyarlar döker. Sizin memleketinizde her ay yayımlanan sanat kitapları bir kitaplığı dolduracak kadar çok. Sanat dergileriniz tümen tümen. Sokakta geçen adam her an resimle, heykelle başbaşadır. Onun için sizin memleketinizde bankalar banka işleriyle uğraşır.” sözleri ile sanatın Türkiye’de ulaşılabilirlikten uzak oluşuna, devletin buna ayıracak bütçesi olmayışına, bu işin burjuvazi ve bankaların desteğiyle yapılmasına bir serzenişte bulunmuştur.
Keşke bizim ülkemizde de bankalar sanat şöyle dursun yalnızca işlerini en doğru şekliyle yapabilseler değil mi? 1970’li yıllarda İstanbul’da kurulan Birleşmiş Ressamlar ve Heykeltıraşlar Derneği’nin Ankara sanat ortamına gözle görülür ölçüde bir hareketlilik getirmesine karşın, sanat yapıtı alıcılarının İstanbul’da yoğunlaşması ve buradaki sergi mekânlarının Ankara’ya göre sayıca fazla olmasından mütevellit İstanbul Ankara’daki sanatçıları yavaş yavaş boynuna dolamaya başlamıştır. Ankara’nın zaman kuyusundan çıkanlar artık bir garip özlemle ara sıra gelip geçecektir şehirden ve zamanla şu söz dolaşacaktır eski kuşakların dilinde “Ankara önceden böyle değildi.”
Peki, Ankara şimdi nasıl?
Ankara artık gri bir memur şehri değil. Anadolu tabiriyle renkleri ala bele. Rant uğruna harcanmış, binalar, yollar, alışveriş merkezleri, kontrol edilmeyen iç ve dış göçler, çürüyen kurumlar ve onların yaydığı leş gibi kokularla dolu. Şehrin eski mimari dokusunu ve onunla bütünleşmiş pek çok şeyi gözlerimiz göremez oldu ancak hatırası kalıyor zihnimizde. Neyse ki iş makineleri belleğimizdekileri de ortadan kaldıramıyor. Gazete başlıkları da yetiyor Ankara’ya neler yapıldığını görmek için: “Ankara Hitit Güneşini Geri İstiyor”, “Odtü Orman Ağaç Katliamı”, “Odtü Kampüsü Karşısına Tek Harekette 900 Milyonluk Rant”, “Anafartalar Çarşısı yıkılacak mı?” Mimarlar Odası Ankara şubesinin resmi sayfasında “Yıkılması Planlanan Binalar” isimli bir bölüm var bu bile Ankara’nın ne çok yıkımlar yaşadığının ve daha da yaşatılmak istendiğinin acı bir başlığı değil midir sizce de?
Ankara’da müzik kültürü de rant uğruna harcanan mekânlar gibi tüketim uğruna harcanmış durumda. Kırdan kente yapılan göçler ve köylerde söylenen abdal müziğinin kentlerdeki müziği etkilemesi dönemi 2000’li yıllarda pavyon kültürü müziğinin yaygınlaşıp kentin kırsalı etkilemeye başlamasıyla türkülerin dili de değişmiştir. Kontrolsüz bir ‘Ankaralı’ olma kavramının yaydığı hızla çirkinleşen Orta Anadolu’yu yansıttığını söyleyen müzik anlayışı aslında geleneğin özgünlüğünü ortadan kaldırmaktadır.
Ülkenin bütün kurumları, binalarına bir adım attığınız an Türkiye’nin çürümeye yüz tutan soluğunu ensenizde hissettiriyor, bir nefeste içinde bulunduğumuz ülkenin bir minyatürünü sunuveriyor. Ankara’da bu bağlamda yaşadığımız ülkenin yalnızca küçük bir örneği. Ekonominin toplumsal sınıfları keskin çizgilerle birbirinden ayırdığı ortak bir kent kültüründe bile bu yüzden buluşulamadığı ülkenin başkentinde sanata da toplumun alt sınıfının ulaşabilmesi için temel yaşam ihtiyaçlarından feragat etmesi gerekir. Üzerine çaylar yağan halkın fakir olduğu aşikâr ancak cebindeki parasını da pay edecekse şehrindeki bir müzenin giriş ücretine ayıramıyor. Oysaki Sevgili Füreya Koral ne güzel söylememiş mi?
‟(...) Yaşayacaksın, nefes almak gibi, su içmek gibi, gülmek, konuşmak gibi, görmek gibi bir şey olacak. Böylesine hayatına karışacak sanat.Sanatçının hayatına karıştığı gibi, halkın hayatına da karışacak.”
Fakat zaten Ankara’da ruhunuzun sanat ile doyup doymadığı, kentlilerin ortak bir kültürün etrafında toplanıp toplanılmadığı pek önem arz etmiyor. Bugün apartmanınızın karşısında balkonunuzdan seyrine daldığınız ağacın mevsimler ile değişimini düşünürken, ertesi sabah ağacın çoktan kökünden söküldüğünü görürsünüz ve onun yerine bir iş makinesiyle karşılaşırsınız. Ağacın mevsimlerin etkisiyle değişimini gözlemlerken bir anda insanın doğa üzerindeki etkisine üzülmeye başlarsınız. Bu şehirde ancak belleğinizle ayakta kalabilirsiniz çünkü mutlaka anılarınız yıkılır, üzerine yeni binalar dikilir. İktidarların gücü elinde tutmak için başvurduğu yollardan biridir toplumsal hafızanın yok edilişi çünkü hatırlansın istemezler geçmişi. Tarih, insanı bir arada durmaya iten olaylardan ibarettir fakat olayın geçtiği mekân yok edildiği vakit insan tecrübeden yoksun hareket etmeye ve zamanla anmamaya böylece unutmaya başlıyor. Ortak kültürde buluşamayan insan neyi koruyabilir ki? Ankara’nın kültürünü geçmişte olduğu gibi yaşayabildiğinden söz etmek ne derece mümkündür? Ne kaldı ki elimizde zamanında inşa edilmiş birkaç müzemiz, yığınla çirkin binalarımız ve ucube dinozorlarımızdan başka? Ah sevgili Oktay Akbal Ankara şehre ve kültüre bakamayanların elinde rengini de kaybetti.
Yorumlar (0)