Son kertede içeriği itibariyle ortaya çıkan kurgunun, hayati ve miladi bir önemi haiz olduğunu, siyasal pratiğin telafisi imkansız şekilde başkalaşacağını söylemek pekala mümkündür. Ancak bu noktada evleviyetle üzerinde durulması gereken temel husus, değişiklik teklifinin müstakbel hukuki neticelerinden ziyade, hâlihazırdaki motivasyonları olmalıdır. Zira uzun zamandır ülke gündemini işgal eden “başkanlık sistemi”, sorunsalı hukuki görünümlerin ardına saklı (ve çoğu kez bu görünümlerin vasıtasıyla işleyebilir) bir dönüşüm ihtimali sunmaktadır. Bu dönüşümün tahlili ise gelecek projeksiyonları bakımından fevkalade kritik bir vasfı işaret etmektedir. Biçim ve biçemin bahşettiği ipuçlarını takip etmek suretiyle girişilecek mesai esasen malumun tespitinden ibarettir.
(Cumhur)Başkanlığı Sistemi Nedir?
Bu meseleye temas ederken fevkalade temkinli olmak gerekecektir. Zira, anayasa değişiklik teklifindeki terminolojiye itibar edecek olursak kurgulanan sistemin ismi “Cumhurbaşkanlığı” sistemidir. Çünkü, teklifin muhtelif hükümlerinde bir “devlet başkanından” değil, “cumhurbaşkanından” bahsedilmektedir. Fakat, insansı varlıkların soyut düşünebilme kabiliyetini edindikleri kadim zamanlardan beri, bir varlık, olgu veya olayı kategorize etmek için onun ismiyle müstesna olduğu fikirliyle yetinmek uygarlık tarihine haksızlık olur. Dolayısıyla nesnenin muhteviyatına, özgül koşullarına bakmayı akıl edebilen her makul vatandaş gibi; anayasanın “cumhurbaşkanı” ifadesiyle terminolojik
bir tercih yapmadığını, yeni bir şey keşfetmediğini pekala söyleyebiliriz. Yine de, ben bu sisteme “cumhurbaşkanlığı” sistemi denmesinde ısrar etmek istiyorum. Bunun nedeni ise oldukça yalın: Çünkü önerilen bir “başkanlık sistemi” dahi değildir. Olsa olsa distopik kurgulara dahi rahmet okutacak, pseudo- başkanlık diyebiliriz. Fakat bu çaba da nafile telaşlarla, alelade bir rumuz icadından öteye gidemez. Dolayısıyla bu noktada, “başkanlık sistemi nedir”, diyerek yanlış soruyla doğru cevabı bulmaya yeltendiğimizin farkında olmalıyız.
Başkanlık sistemi, yasama ve yürütme fonksiyonlarını icra eden organların birbirleriyle ilişkilerine dair yapılan tasniften başka bir şey değildir. Hükümet sistemleri üst başlığının altında meydana gelen yelpazede saf tutarken, yasama ve yürütme organlarının birbirlerine karşı denetim mekanizmaları ve tek başlarına hukuki işlem kabiliyetleri temel odak noktasını teşkil eder. Dolayısıyla hükümet sistemleri “yönetimin” biçemine değil, biçimine ilişkin vasıtaların kurgulandığı bir kategoriye tekabül eder. Ayrıca hükümet sistemleri de facto ve de iure olmak üzere iki düzlemde seyreden bir inceleme alanıdır. Siyasal gerçeklikle birlikte analiz edilmeye muhtaçtır.
Şu halde, hükümet sistemleri üzerine yapılacak tahliller normatif görünümlerin ötesinde, siyasal gerçekliğin seyri nazara alınarak gerçekleştirilmelidir. Hükümet sistemlerinin benzer kurumsal özelliklerle farklı siyasal iklimlerde, farklı performanslar göstermesinin temel sebebi de bu özelliğinden kaynaklanmaktadır. Son olarak, hükümet sistemi tercihi tabiatı gereği araçsaldır ve arkasındaki amaca ulaşmaya vasıtalık eder.
Dolayısıyla peşine düşmemiz gereken, araçların biçiminden ziyade, amaçların ifşası olmalıdır. Bu hususta da değişiklik teklifinin içeriğine serpiştirilmiş olmakla birlikte, cumhurbaşkanlığı sisteminin üç temel motivasyonu bulunmaktadır. Bu motivasyonların tespiti müneccim-vari bir niyet okumayla değil, değişiklik teklifinin genel gerekçesinde açıkça ve ayrıca ifade edilmiş olmasıyla kolayca ifşa edilebilmektedirler: Vesayet saplantısı, istikrar fetişi ve en önemlisi sürat istenci.
Vesayetin Vesayetle İmtihanı
Anayasa değişiklik teklifinin en can alıcı bölümlerinden birini 1961 ve 1982 Anayasalarının “vesayete” ilişkin hükümlerine yapılan vurgu teşkil etmektedir. Vesayet genel anlamda, atanmış devlet birimlerinin seçilmişler üzerinde kurduğu bozucu ve zorlayıcı denetimi ifade eder. Bu bağlamda asli siyaset yapıcı organların işlemleri, sistemi muhafaza etmekle görevli birtakım organlar tarafından denetlenir, belirli işlemlerin yapılması ise dayatılır. Türkiye anayasacılık tarihinde sivil-askeri bürokrasi, Anayasa Mahkemesinin yargısal aktivizmi ve Cumhurbaşkanı-hükümet çatışmaları “vesayetçi” olgular olarak değerlendirilmiştir. Fakat, 2001 Anayasa değişikliklerinden sonra Milli Güvenlik Kurulunun bir tavsiye organı olarak teşekkül etmesi, 15 Temmuz’dan sonra geçirdiği “aydınlanma” neticesinde tasdik makamına dönüşen ve bütün kararlarını oybirliği ile alan Anayasa Mahkemesi bu vesayetin kısmen kırıldığına işarettir. Oysaki yeni Cumhurbaşkanlığı sistemi, denetimsiz, tek siyaset yapıcı makamıyla müstakbel vesayetlerin yeniden üretimini pekiştirecek, devlet aygıtının ideolojik unsurlarına hükmederek geri döndürülmez bir hegemonya tesis edebilecektir. Yargı- bürokrasi ve yasama organını şekillendirebilen beş yıllık bir görev süresi, neticesinde uzun yıllara sari yapısal sütunlar inşa edecek ve sonraki iktidarlar (elbette ki mümkün olursa) bütün mesailerini rövanşa ve önceki sistemin kalıntılarını ayıklamaya vakfedeceklerdir.
Burada esas dikkat çekici nokta, bütün bu “demokrasi tutkunu” retoriğin tezahürü olarak AKP- MHP elitlerinin anayasa değişikliği adında yeni bir anayasa yapmaktaki cevvaliyetidir. Tam bir “oldu bittinin” arifesinde hiçbir katılım mekanizmasına müracaat etmeksizin oy pusulasıyla baş başa bırakılan bir halkın, vesayeti bertaraf edeceğine ilişkin bir illüzyona maruz bırakıldığı aşikardır. Üstelik, Cumhurbaşkanının sahip olduğu yekiler nazara alındığında dört başı mamur, hegemonik bir ablukayla karşı karşıya olduğumuzu ve eşine az rastlanır bir vesayete doğru koştuğumuzu söylemek bile sözcük israfıdır.
İstikrar Fetişi
Parlamenter hükümet sistemine ilişkin en belirgin eleştirilerden biri, hükümet istikrarsızlığıdır. Zira yasama organının siyasal denetimine tabi hükümetin akıbeti, izlediği siyasa bakımından meclisin desteğini sürekli kılmasına bağlıdır. Özellikle koalisyon hükümetlerinde sık rastlanan bir hadise olarak, hükümetin güvensizlik oyuyla düşürülmesi meselesi anayasacılık tarihinde rasyonelleştirilmiş parlamentarizm mekanizmalarıyla giderilmeye çalışılmıştır. Bu noktada, etkin yönetimlerin yaratılması ihtiyacına karşılık, hükümet politikalarının herhangi bir müdahale olmaksızın öngörülen süre için uygulanmasını sağlamak gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Anayasa değişiklik teklifinin genel gerekçesinde 1983’ten günümüze 33 yılda 21 hükümet değişikliği yaşandığına yönelik vurgu, bu ihtiyacın ifadesinden başka bir şey değildir. Ancak, burada çok temel bir kavram karmaşası olduğundan bahsedilebilir: Etkin ve istikrarlı hükümet ile istikrarlı demokrasi kavramları iki ayrı kategoridir ve birinin varlığı diğerine koşut değildir. İstikrar, yönetim sürekliliğini çağrıştırdığı gibi yönetilenler bakımından da yönetenlere müdahalesizliği anlatır. Hükümetin istikrarlı olması hiç şüphesiz ki, bir tarafıyla siyasal programını eksiksiz uygulamaya muktedir, etkin bir yönetimi mümkün kılmaktadır. Fakat diğer yandan etkin yönetim, iyi yönetim anlamına gelmeyeceği gibi, kötü bir yönetimin seçimler arası sürede yönetmesine katlanmanın da pek bir faydası yoktur. Başkanlık sisteminde “güvensizlik oyu, gensoru” gibi siyasal denetim mekanizmaları noksan olduğundan yegane siyaset yapıcı (Cumhur)başkanı, yalnızca halka hesap verme kozuyla görev süresi boyunca siyasi programını uygular. Fakat bu müdahalesizlik, bir çatışmaya dönüştüğü anda, sistem hükümet krizinden daha çetrefilli bir rejim krizine gebe olur. Bütün bir Güney Amerika tarihi, bunu izah eden bir laboratuvar gibidir. Parti disiplinin kamplaşma noktasında tezahür ettiği Türkiye pratiğinin ise ya böylesi bir çatışmaya, ya da bütün hegemonik unsurlarıyla iktidarını tesis etmiş, önlenemez bir tek adam yaratmaya teşne olduğunu söylemek mümkündür.
Hemen belirtmek gerekir ki; Türkiye’de hükümet istikrarı meselesine ilişkin olarak bugüne kadar ki en büyük endişeyi AKP’nin dile getirmesi ise başkaca ilginç bir husustur. Zira, istikrar fetişi 14 yılını tamamlamış bir iktidar tarafından ortaya atılmaktadır. Parlamenter sisteme özgü hiçbir siyasal denetim mekanizmasının işletilemediği bu süreçte asıl istikrarsızlık, endojen şekilde milli eğitimden adalete, iç güvenlikten dış ilişkilere kadar iktidarın program tutarsızlığından kaynaklanmaktadır. Son tahlilde diyebiliriz ki; “hükümet istikrarı” iyi yönetimi taahhüt etmediği gibi, güncel durumda “yel değirmeninden” başka bir şey değildir.
Sürat ve Yönet(il)ebilirlik
Başkanlık sistemi bahsinde, demokrasinin yozlaşması noktasında temel eşiklerden biri de cumhurbaşkanın haiz olduğu yasama yetkileridir. Veto yetkileri, teşebbüs yetkileri ve fesih yetkileri olarak üç ayrı kategoride incelenebilecek bu yetkilerden esas ehemmiyet arz edeni teşebbüs yetkileridir. Cumhurbaşkanın olağanüstü hallerde istisnai olarak veya hukuken öngörülmüş belirli koşullara bağlı kararname çıkarabilmesi (decretismo), başkanlık sisteminin özellikle Latin Amerika örneklerinde görüldüğü üzere zayıf karnını oluşturmaktadır. Yasama organı ve Cumhurbaşkanı arasındaki uyumsuzluk halinde, yasama organının by-pass edilmesine imkân verecek şekilde Cumhurbaşkanına kararname yetkisi bahşedilmesi yürütme organının aşırı güçlenmesine ve kendi nezdinde bir güçler birliği tesis etmesine imkân vermektedir. Anayasa değişiklik teklifinde buna benzer bir kararname yetkisinin öngörülmesi ise, mevcut sistem değişikliği bakımından bam telini teşkil etmektedir. Bu yetki Cumhurbaşkanının, yasama organın herhangi
bir onayına gerek kalmaksızın kendi siyasi programını birinci elden uygulamasına imkân vermektedir. Ayrıca, başkanlık sisteminin bahşettiği siyasal denetimsizliği (istikrarı) de hesaba katacak olursak, idari birimlerin örgütlenmesi ve işleyişine ilişkin yürütme fonksiyonuna dair asli yetkileriyle tam bir iktidar konsantrasyonu ve merkezileşme söz konusu olacaktır. Bir başka deyişle, devlet aygıtının bütün hukuki birimleri tek bir merciin siyasasına terk edilmektedir. Bu durumun tek bir işlevi olabilir: Sürat. Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleriyle tatbiki yapılan ve tadı iktidarın damağında kalan bu “sürat” denemesinin sürekli kılınması hedeflenmektedir.
Ezcümle, görece özerk olan devlet aygıtının bütün ideolojik unsurları bir şekilde tek bir noktada toplanarak rızanın, dolayısıyla da yönetilebilirliğin yeniden üretimi güvence altına alınmaktadır. Milli eğitim politikasından milli güvenliğe, yargıdan orduya bütün ideolojik ve zor aygıtlarının yönetiminin siyasal ve hukuki denetimden vareste şekilde Cumhurbaşkanına terk edilmesi hızlı ve dirençsiz karar alma kabiliyetini tedarik etmektedir. Daha açık ifade edecek olursak, teklifin kanunlaşması halinde herhangi bir denetime maruz kalmaksızın yönetilenler üzerinde tek taraflı doğrudan veya dolaylı etki doğurma kabiliyeti hâsıl olacaktır. İstikrar ve vesayete ilişkin vurgu, bu sürati zedelediği nispette gerekçe olarak sunulmakta, hegemonya araçlarının tam anlamıyla devir teslimi
ve uygun vasıtalarla yönetebilirlik pekiştirilmektedir. Krizlere maruz kalmayan, krizleri tayin ve tahvil eden, bunları siyasal amaçları doğrultusunda çözen bir sistem öngörülmektedir.
Ne Yapmalı?
İlerleyen günlerde saflar sıklaşacaktır. Bu hiç şüphesiz ki; tehlikenin farkında olan “hayır” cephesi için olumsuz bir hadisedir. Takiye yapmaksızın durumun vahametinin sabırla açıklanması gerekmektedir. Şayet referandum süreci “evetle” sonuçlanacak olursa bütün bir siyasal alan tek bir kişinin iradesine terk edilmekle kalmayacak, “ötekiler” için “yaşam” alanı daralacaktır. Uzay istasyonunda bir astronotun ciğerlerine doluşacak oksijenin butonu da, onu mekiğe bağlayan kordonun ucu da Houston’da... Bu denli edilgen bir varlığın, yarın “öteki” olmayacağını kimse taahhüt edemez. Belki de en büyük vurgu bu noktaya yapılmalı.
Yorumlar (0)