Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Yazevleri

O susmuş Yaz evlerinin ihtiyar sahipleriyse şehirdeki kış evlerinde, bastonlarını dürte dürte, ağır ağır pencere önlerine yürürler, orada bir süre durup sisli gözlerle uzaktaki harap bağlara bakarlar, sonra yine geldikleri gibi pencere önünden çekilip yataklarına yürürlerdi.

Yazevleri

Karlar eriyince gözünü açardı bahar… Kısacık nöbetini yaza bırakıp giderken Kale eteğindeki dar sokaklardan bağlara göç başlardı. Atlar, eşekler, at arabaları o zaman yolların fatihi olurlardı. Nisan 20’yle mayıs başı arasında tıka basa yüklenirlerdi. Sandallar nasıl Boğaziçi yalılarının yavrularıysa, eşekler de Ankara Bağ Evlerinin yavrularıydı. Kayıklar o ünlü mehtap gecelerini nasıl beklerse, eşekler de babaların dükkâna gideceği sabahları beklerdi.

Şehri saran tepelerdeki Bağ evlerinden bakınca çanağın ortasındaki o azametli kale ile yanındaki Altındağ, iyice küçülürler, sanki bahçede unutulmuş sehpalar gibi kısacık görünürlerdi. Hele Çankaya ile Keçiören’in Ermeni Rum bağlarından şehre bakarken iyice alçalmış bir uçağın içinde sanırdınız kendinizi. En gösterişli bağ evleri Ermenilerindi, iki katlıydılar genellikle.

Sahipleri farklı olan bağları ne duvarlar ayırırdı birbirinden ne dikenli teller; Üvez ve Kuşburnu denen yabani çalıların yeşiliyle çiziliydi sınırlar. Bu doğal çitlerle çevrili bağların tamamını üzüm omcaları kaplardı. Omcaların arasında sessizce bekleyen elma, armut, kayısı gibi ağaçlarsa dallarını uzatıp birbirlerine dokunmak isterler ama bunu bir türlü başaramazlardı. Bu meyve cinsleri içinde, büyükçe bir şemsiyeye benzeyen kayısı ağaçlarının gölgesinde yerdik yemeklerimizi. Yaz boyunca buna çok kederlenen kısacık armutlar; “Keder hastalığına” yakalanıp dipten doruğa kuruyarak kendilerini öldürürler, böylece sahiplerinden hem intikamlarını alır hem de birkaç günlüğüne de olsa kendilerinden söz ettirmeyi başarırlardı.

Kimileriyse Haziran başında göçerdi bağlara. Arabaların bazısı tek, bazısı çift atlı olurdu. Kimilerinin de sadece eşekleri vardı. Varsıl Hıristiyan ailelerin görkemli evleri güneyin Çankaya’sı ile kuzeyin Etlik, Keçiören gibi yüksek yerlerdeydi. Orta halliler ile Müslümanlar ise Samanlık, Balkiraz gibi doğudaki bağlara göçerlerdi. Çoraklık da Müslümanların, Keçiören de Katoliklerin bağları vardı. Bazı bağların hiç sınırı olmazdı, herkes kendi bağının nerede başlayıp nerede bittiğini bilirdi. Şimdiki Türközü'nün adı Frenközü idi. Yazın boşalan şehir Yahudilere kalırdı. Çünkü onların bağları olmadığı gibi bağa göçme adetleri de yoktu. Şimdiki Akay Caddesi civarına Lakavuz Bağları denirdi. 

Bağa göçüldüğü ilk gün kadınlar hummalı bir temizliğe girişirlerdi. Evcil kedisi olanlar mecbur onu da yanlarında getirirlerdi. Bu tekirler yaz evlerinin ilk günkü temizliğine şaşkın şaşkın bakarlar, aniden sedirden atlayıp süpürgeyle oyun oynamaya kalkarlar, oradan oraya kovalandıktan sonra da kuytu bir köşeye çekilip gündüz uykusuna yatarlardı.

Şehirde göremeyeceğimiz değişik kuşlar ötüşleriyle bize hoş geldin deyip ateş almaya gelmişçesine hemen uçup kaybolurlardı. Konmasıyla kalkması bir olan kuşların bazılarıysa yuvalarını kayısı ağaçlarının tepesine kurardı. Armut ağaçları bunu da kendilerine dert ederler, “Ne olurdu sanki boydan yana biraz daha şanslı olsaydık” diye mırıldanırlardı. İçlerinden bazılarıysa o yaz inat edip, hiç armut vermeden yapraklarını dökerlerdi.

Dışarıda oturulan gecelerde, kuşlar aynı tonda ötmeye başlayınca büyüklerimiz hemen tanırlardı onları, hatta adlarını da söylerlerdi. Bülbül kışın başından geçenleri sayıp dökerdi uzun uzun. Ertesi gün “hoş geldin”e gelecek olan Ketenkuşlarıyla Kamış Bülbülleri, Kızılkuyruk ve Kuyrukkakanlar için mutfak penceresi önündeki tahta çıkıntıya ufalardım ekmek kırıklarını. Bağ evlerinin taştan yapılı alt katlarını Müslümanlar, pekmezlik ve şırahane, olarak kullanırlardı, kimileri de ahır yapardı o katları. Hristiyan aileler için ise aynı yerler şaraphane idi, şarap yapımı için gerekli aletler duvarlarda asılıydı.

Yaz geceleri evin önündeki sedirlerle kalın minderlerde otururduk. Uzaklarda parlayıp sönen şehrin cılız ışıklarına bakarak sohbet edilirdi. Birden insanı ürperten kesik kesik bir çıtırtı duyardık. Sonra çıtırtılı bu misafirin yaşlı başlı tanıdık kaplumbağalardan biri olduğunu anlardık. Bu kaplumbağalar, artık geleni gideni kalmamış, zenginliklerinin suskunluğuyla bekleşen komşu bağ evlerinin geçmiş selamını getirirlerdi bize. Bense, ağır adımlarla, korka ürke giderdim terkedilmiş o evlerin kapısına. Taşları dökülmüş duvarlarına tırmanıp bakardım içeri. Bir zamanlar ne kahkahalar atılıp ne şarkıların söylendiği o avluyu kaplamış yabani otlar arasından bir sürüngen, yıldırım gibi kayar, arkasında ne olduğu anlaşılmayan sesler bırakırdı. O susmuş Yaz evlerinin ihtiyar sahipleriyse şehirdeki kış evlerinde, bastonlarını dürte dürte, ağır ağır pencere önlerine yürürler, orada bir süre durup sisli gözlerle uzaktaki harap bağlara bakarlar, sonra yine geldikleri gibi pencere önünden çekilip yataklarına yürürlerdi.

Metin 1Acı Soğuk

Yazar İrfan Akalp

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış