Yorumlu Kısa Ankara Haberleri

Yorumlu Kısa Ankara Haberleri

‘Ankara Kültür Sanat Ortamında Sansür’ konuşuldu

Susma Platformu, 30 Aralık Çarşamba günü İnternet ortamında (webinar’da) "Ankara Kültür Sanat Ortamında Sansür" başlıklı bir oturum düzenledi ve konuşmacılardan sonra, dinleyicilerin de yerel bazda sanat ortamının sorunlarını tartıştığı bir alan sağladı. Yine sevinmek ile üzülmek arasında kaldığımız bir durum… Kaba ve açık/ kendisini saklama gereği bile duymayan sansürü, en azından bir buçuk yüzyıldır tartışıyor bu toplum. Üstelik politik alan için değil, kültür ve sanat alanı için…

www.youtube.com/watch?v=1N-jraLmzQ8

‘Büyük ağabeye’ anında bilgi

Haber şöyle: “HES kodu eşleşmemiş İstanbul-kart'lar 15 Ocak'tan itibaren kullanılamayacak!” Belki başlık “Ankarakartlar” da olabilir? Peki, bu bize neyi gösteriyor?

Merkezi yönetim/ merkezi akıl, ya da tek bir merkezi otorite, çok basit bir işlemle, bütün yurttaşların ne yapabileceklerine ve ne yapamayacaklarına, karar verebiliyor. Bunu kolaylıkla, kendi geliştirmiş olduğu teknoloji sayesinde uygulayabiliyor.

Kapılardan geçerken bir kolaylık olarak kullandığımız elektronik kartlarımız, bizim ne yaptığımız hakkında bir merkeze/ devlete, anlık bilgi aktaracak ve devlet eğer o işi yapmamızı istemiyorsa, bunu “hemen” engelleyebilecek. Bu uygulamanın amacı, kapsamı sürekli olarak genişletilebilir ve genişletiliyor (Örnek: 10:00-13:00 arası dışında bankamatikten para çekmek isteyen 65+’nın kartını yutuyor). Korku verici bir dehşet dünyası. Devlet bu teknoloji ile kendi 

muhaliflerini tam olarak denetim altında tutabilir. Böyle bir muhalefeti kolayca yok edebilecek bütün araçları geliştiriyor (Çin ve belki başka ülkeler, çoktan geliştirdi ve uyguluyor bile).Merkezin aldığı kararın amacını ve içeriğini bir yana bırakalım. Bu “kamu yararı” olabilir veya olamaz, en iyi olasılıkla devlet yararı veya iktidar yararı olabilecek bir biçimde kullanılabiliyor mu, kullanılamaz mı? Çin’de, Sin-Ki-Ang/Sincan bölgesindeki halkın zorunlu telefonla elektronik denetimi/ her kentteki metro turnikelerinden geçişte yüz tanıma programlarını vb. Çin kaynakları, övünçle açıklıyor.

Bu haber üzerine, “büyük ağabeyi” düşünmemek, olası değil.

Grafik: Gazete Solfasol Grafik: Gazete Solfasol

Bir Konut Haberini Övgüyle ve Kutlamayla Verebilmek: Mamak Eserkent Sosyal Konutları

Ankara’da konut sorunu üzerinde en aktif olanlar, önce gecekondulular oldu. Sonra küçük ve giderek büyük müteahhitler, arayı oldukça kapattı. Ama belediye, bazı küçük aralıklar hariç, hiç ilgilenmedi. Şimdi yine, çok küçük bir pencere açılıyor gibi. Ama önemsememiz gerekiyor. Özetlersek, “iç ve dış mekanları ile birlikte çevresi tamamen yenilenen ve 5 bloktan oluşan 400 adet 1+1 daire” ile ilgili haberde, temel parametreler şöyle:

“Geçmiş dönemde yapılan ve 18 yıldır atıl” durumda bulunan Mamak Eserkent Sosyal Konutlarını yenileyerek oturulabilir duruma getiren Başkan Yavaş, bu konutların, “dar gelirli yeni evli çiftler ile 65 yaş üstü yurttaşlara 100 TL’den kiraya verileceğini” açıklamış.

Nerden başlasak, hepsi de oldukça kapsamlı bir söz/ tartışma gerektirecek nitelikte. Ancak kısaca şu notları alabiliriz:

• Nasıl olup da, bunca yoksulluk olan bu kente, bu konutların 18 yıl önce yaptırıldığı halde boş kaldığını soralım. (bu nasıl bir insaf, ya da israf, ya da gamsızlık?)

• Kullanılmayan evlerin onarılmasının savurganlığa karşı/ tutumlu/ akılcı ve gösteriş peşinde koşmayan uygun bir davranış olduğunu söylemek gerek.

• Küçük konutlar, kent yaşamının bazı kesimleri için daha anlamlı ve işlevsel olabilir.

• Konut sakinlerinin belirlenmesinde, genç ve yaşlı kuşakları bir araya getirerek, kuşaklar arası dayanışmanın güçlendirilmesi ve ayrımcılık yapılmaması övgüye değer.

• Yoksulların konut sorunun çözülmediği ama görüldüğünü anlatan 100 TL’lik bir kira öngörüsü de yerinde bir yaklaşım.

Büyük bütçelere ve gösterişlere hiç yaklaşmadan, aramayla ve akılla, tüketimciliğe yönelmeden ve yoksulların sorunlarına öncelik vererek, (küçük veya büyük ama) çözüm peşinde koşularak, konut konusunda neler yapılabileceğinin örneği olarak, inanılmaz derecede iyi düşünülmüş (inanılmaz diyorum, çünkü 25 yıldır ABB’de neler yapıldığı bilgisini taşıyoruz, aklımızın geri-planında) bu uygulamayı, hak ettiği gibi övmekte, gecikmemeliyiz. 

Bu kentte devlet her şeyin üzerindedir

İsmail Arı’nın Birgün’deki haberinde, “Atatürk Orman Çiftliği’nin 800 dönümlük kısmının, MİT, Özel Kuvvetler Komutanlığı ile Tarım ve Orman Bakanlığı’na tahsis edildiği ve yüzlerce dönümlük alanın yapılaşmaya açılacağı” ve “‘Gizlilik derecesi’ var denilen projede, MİT’in, AOÇ arazisine ne yapacağı”nın açıklanmadığını bildiriliyor.

Bilginin kaynağı, Etimesgut Belediye Meclisi toplantısında yapılan bir konuşma. Mecliste, Etiler Caddesi’nin doğusunda yer alan yaklaşık 800 dönümlük AOÇ arazisine ilişkin Milli Savunma Bakanlığı’nca bir çalışma başlatıldığı, Tarım ve Orman Bakanlığı’na tahsis edilen 90 dönümlük AOÇ arazisi üzerinde yangın söndürme uçakları için hangarlar yapılacağı, Özel Kuvvet Komutanlığı’na tahsis edilen 250 dönümlük alana ise helikopter hangarları yapılacağı anlatılmış.

AOÇ arazisinin nasıl kötüye kullanıldığı, “Saray”, “Millet Camii”, “Ankapark” vb. gibi nedenlerle, o kadar çok konuşuldu ve tartışıldı ki, Arı’nın haberini, “AOÇ’un 1925 yılında yaklaşık 55 bin 540 dekar olan arazisinin 2015 yılı sonunda 33 bin 256 dekara gerilediği tespit edildiği” bilgisi ile tamamlayalım.

Trump gibi bir belediye başkanı

İMG’nin döneminde yapılan yolsuzlukların (mecburen “yolsuzluk” ya da “usulsüzlük” vb. diyoruz şimdilik, bunların hırsızlık veya kamu yararını bilerek zarara uğratma vb. olduğu kanıtlanabilirse, o zaman uygun terimi kullanabileceğiz) çok açık olan politik, ekonomik ve mali yönleri var ve elbette çok korkunç. Yavaş, sadece altı suç duyurusuna konu olan harcama toplamının 2,8 milyar TL olduğunu söylemiş. “Asrın yolsuzluğu” olarak nitelendirdiği Ankapark’ın, kapalı olduğu süre içinde 111 milyon TL’lik kamu zararına yol açtığını, bildiriyor.

“Ankara halkının tarihi ve kültürüyle ne alakası var" diye sorulan 'Şişme Dinocan' heykeli üzerinden İMG’nin yürüttüğü polemik bile, tavrının, ne kadar pişkin ve saldırgan olduğunu gösteriyor…

İMG’de, Trumpvari bir yön var. İMG dönemiyle ilgili olarak söyleyebileceğimiz belki tek “yeni” şey, bu dönemde Ankaralılarla alay edilmiş olmasıdır. Geçmiş çeyrek yüzyıl, hızlı bir biçimde düşünüldüğünde, yüzdeki o “beşuş” (ne demek, ben de bilmiyorum, ama bu tür gülüşlere öyle diyorlar) tebessüm, o Ankapark sefası fotoğrafları filan, hep Ankaralılarla nasıl açıkça ve hiç gizlemeye filan gerek duyulmaksızın, alay edilmiş olduğunu gösteriyor. Neden alay ediyor? Çünkü Ankaralılar, çeyrek yüzyıl boyunca onu seçtiler. Kim bilir, belki bir çeyrek yüzyıl daha da seçerlerdi. Tamam, “hile-hurda”, “kentin yarısı da seçmedi” filan diyebiliriz, ama kenti bu kadar zaman, “kendisi” yönetmedi mi?

Galiba tek başına bu gerçeklik, ona, Ankaralılarla alay etmek hakkını veriyor?

İMG sadece Ankaralılarla alay etmedi. Onları (daha iyi yönlendirebilmek için) çocuklaştırdı. Ortalama Ankaralının beğenisini kalıpladı, düzleştirdi. İcat edilmiş bir tarihsel-ideolojik atmosfer içinde, kültürel gönendirme, zenginleşme ve kendini güvende hissetme dünyasına çekmeye çalıştı.

Kitsch, Hakkı Yırtıcı’nın “Totaliter Kitsch'in İnşası” yazısında belirttiği gibi, totaliterdir. İki nedenle:

• Kitsch, kendisinden başka bir kültürel bakış açısı veya sanat anlayışı gelişmesine izin vermez ve diğer her türlü gelişmeyi boğmak ister. Kitsch, aşağılar, küçümser ve toplumu daha derinlikli/deneysel alternatifleri tartışmaya çağıran (sürüden ayrılan türde) her şeye karşı yabancılaştırmak ister. Kendi standardının dışında hiçbir şeyin yeşermesine izin vermek istemez.
• Kitsch toplumu çocuksulaştırır. Onu daha basit ve kendi himayesi altında korunaklı bir atmosfere çekmeye çalıştığı için, kitsch totaliterdir.

Bu nedenle kitsch, Ankaralıları indirgeyen ve gerileten, tek boyutlu bir ideolojik dünyaya hapseden baskı araçlarından birisi gibi düşünülebilir.

Böyle düşündüğümüzde, Ankapark, bu kitsch Ankara’sının Anıtkabir’i gibidir.

None

Bonatz’ın mirasçısı

Haber şöyle: “Mimarlar Odası Ankara Şubesi, restorasyonu devam eden tarihi Saracoğlu Mahallesi’nin mimarı Paul Bonatz’ın mirasçısına ulaştı. Bonatz’ın mirasçısı Brigitte Dübers’ten vekalet alan mimarlar "müdahalenin men’i davası açacak".

Bir Ankaralı olarak, insanı silkeleyen bir haber. Sevinelim mi? Elbette sevinelim. Hem fikir haklarının korunmasının öneminden dolayı, hem de kentin bir parçasını kurtarabilmek için her türlü yolu denemeye devam eden cesaret için. Ama üzülelim mi? Elbette üzülelim. Kenti korumak için Ankaralıların ne kadar güçsüz kaldığının itirafı gibi…

CSO Mimarları

O kadar çok ayıplanacak, hayıflanacak şey var ki CSO ile ilgili, bir yenisinin daha eklenmesine gerek yok artık derken, açılışa davet edilmeyen mimar-ların önemini nezaketli bir dille anlatmak isteyen Mimarlar Derneği (1927) bir bildiri yayınlayarak, bir binanın mimarla ilişkisini anımsatmak, hem de CSO’nun yapımındaki mimari süreci yeniden özetlemek zorunda kaldı. CSO’nun var edilmesiyle ilgili bütün utanç ve bildiğimiz bunca olumsuzluğun sorumsuzluğun kime ait olduğunu biliyoruz. Mimarların bunca olumsuzlukla, bönlük ve anlayışsızlıkla nasıl mücadele ettiklerini de biliyoruz. Çağrılanların müzikle ilgilerinin niteliğini de… Geriye ne kalıyor? Görgüsüzlük ve kıymet bilmezlikler zincirine yeni bir halka eklenmesi dışında...

‘Numune’: Hastane kapamak/ Hastane açmak…

“Bilkent Şehir Hastanesi’nin açılmasıyla tüm tepkilere rağmen apar topar kapatılan, malzemeleri de kiloyla satılan 139 yıllık Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi” diye başlıyor İsmail Arı haberine ve sürdürüyor: Kaygılarını paylaşmamız gereken HAP’ın (Hastanemi Açın Platformu) kapanmaya karşı nasıl mücadele vermiş, “hurdalaşmış” olduğu gerekçesiyle ekonomik ömrünü tamamlamamış hastane malzemesinin nasıl yağmalanmasına karşı nasıl mücadele etmiş, hastaların taşınmasındaki ne tür güçlükler yaşanmış… Ve şimdi, Numune Hastanesi’nin C blokunu, Covid-19 salgını nedeniyle tekrar açmak için 737 bin TL harcanmış.

Ankara, Türkiye’nin bütün diğer kentleri gibi (her bir kent yerelinin özelliklerine göre tartışılması gereken) “şehir hastaneleri” denilen çok ciddi bir sorun ile karşılaştı. Sağlık hizmetlerinin kentsel coğrafyası, bir yaz-boz tahtası üzerine çizilmiş gibi, hızlı ve karşı görüşlere son derece kapalı bir otoriterlikle, öngörüsüz olarak yeniden düzenlendi. Ancak bu düzenleme ile tartışılacak ve karşı çıkılacak o kadar çok yön var ki, bunlara böylesi kısa bir haberde başlıklarıyla bile değinilmesi oldukça güç. Bununla birlikte ortaya çıkan sonuçları, şimdi parça parça yaşamaktayız.

“Hastane yatağının ve hastanenin fazla olması, sağlığın değil sağlıksızlığın bir göstergesidir.”
Arı, ikinci bir haberinde, “tüm itirazlara rağmen kapatılan 139 yıllık Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin ardından Dışkapı Çocuk Hastanesi de yeniden açılıyor. Ayrıca, Gülhane Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin eski binalarının da Covid-19 yoğun bakım servisi olarak yeniden açılacağını” bildiriyor.

SES Ankara Şubesi Eşbaşkanı ile yaptığı görüşmede yer alan Kubilay Yalçınkaya’nın görüşlerine yer veriyor: “Kapatılan hastanelerin bu şekilde parça parça ve apar topar açılması da doğru değil. (…) Yoğun bakımlar ruhsatlandırılması gereken, bir standardı olması gereken ve yeterli sayıda sağlık çalışanının bulunması gereken (ama yeterli personelin olmadığı) alanlar”.

Yeteri kadar düşünülmeden ve planlanmadan, öngörüsüz biçimde kapatırken, yoğun sorunlar ve büyük bir yağma yaratırken otorite, bu defa da, yeniden israf ve risk yaratarak, eski hastaneleri parça parça açmakta. Kentin sağlık hizmetlerinin mekansal dağılımı (gerekli merkezileşme ve adem-i merkezileşme), sağlık teknolojisindeki gelişmelere göre, gerekli uzmanlıklar ile rutin toplum sağlığı uçları arasındaki dağılım, maliyetler ve toplumsal bedel, ulaşılabilirlik ve güvenlik, riskler gibi, kent planlamasının ana parametreleri, belki ancak Ankara’daki kadar umursanmaz ve boşa sayılabilir…

Fotoğraf: İsmail Arı haberinden Fotoğraf: İsmail Arı haberinden

Yaslıyız…

Ahmet Acar, gerçek bir ODTÜ’lü idi. Anlamsız bir cümle gibi görünebilir bu. “ODTÜ’lü olmak” diye bir şey mi var? “Gerçek ODTÜ’lü olmak” diye, başka bir şey mi var? Eğer öyleyse, bununun anlamı nedir vb. türü pek çok soruyu, açıkta bırakıyor gibi…

Ahmet Acar’ı kaybetmek, gerçekten yürek yakıcı bir şey. Seçilmiş son rektör. Şimdiki rektörler gibi, iktidar tarafından seçilmiş/ iktidar otoritesinin bir uzantısı gibi olmayan, yöneticisi olduğu kurumu, bütün özellikleriyle bilen ve buna göre yönetmek gibi çok güç ve incelikli pek çok dengeyi gözetmeyi gerektiren bir işi, alın-akıyla ve hem kurumunu, hem de kendisini onurlandırarak yapabilen bir yönetici… 

Yani bugünün Türkiye’sinde, artık hiç bulunmayan türden bir insan ve akademisyen ve rektör…

Soylu, sakin ama direngen ve cesur bir savaşçı, içinde bulunduğumuz çok boğucu ve çok kirli atmosferde, ODTÜ gibi, Ankara’nın, bütün Türkiye’nin hatta dünyanın bütün insanlarının, onur ve övünç duyması gereken bir geminin yelkenlerini özgürlükle dolduran ve sıradan bir iş yapıyormuşçasına gösterişsiz bir alçak gönüllülük içinde, işini yapmayı başaran bir yönetici…

Ahmet Acar, ODTÜ’de öğrenci oldu.
Ahmet Acar, ODTÜ’de öğretici/ hoca, yerini tam olarak dolduran- başı dik bir akademisyen oldu.
Ahmet Acar, ODTÜ’de rektör oldu.

Ahmet Acar, daha öğrenci olduğu sırada, ODTÜ’nün nasıl kendine özgü, seçkinci olmayan ama seçkin olan, bilime gerçekten önem ve öncelik veren bir yer olduğunu gördü. Devrimci, yenilikçi ve statükonun tehditlerine karşı diklenebilen; bilme/ öğrenme-bilgi-demokrasi ve yenilikçilik, radikal ve dostane/ dayanışmacı coşku, dürüstlüğün ve etiğin anlamını içselleştiren duruş, gibi kavramların ne demek olduğunu, anlayabildiği ve tartışabildiği bir atmosferde yetişti. 

ODTÜ’de ve dünyanın diğer üniversitelerinde kendisini eğitirken, bağımsız ve özgür oldu, kendisine ait düşüncelerini geliştirebildi ve bunun ancak diğer insanların düşünceleriyle eşitlik içinde konuşulabilip-tartışılabildiği bir ortamda yaşayabileceğini gördü.
Rektörlüğü sırasında, tarafsız davrandı, ama bu tarafsızlık, güçsüz olanın ezilmesine yol açabilecek türden bir tarafsızlık değildi. Tarafsızlığı adildi. Ve gerçekten sindirilmiş, içten bir demokrasi anlayışı sergiledi. Belki, hiç karşılaşmak istemediği ve çok çirkin, değersizliği ile karşısındakini kışkırtabilecek insanlarla karşılaştı, ama metanetini hep koruyabildi ve savunduğu haklar için yapılabileceklerini sonuna kadar götürdü.

Gerçi Ahmet Acar, yukarıda yazılanları kendi söylemedi, ama duruşu, davranışı ve değerleri, içinde yetiştiği akademiyi yönetirken gösterdiği özellikler, karşısındakilere bunları gösterdi.

Ahmet Acar’ın kişilik özellikleri, yaptıklarının, gerçek saygıdeğer bir zarafet ve incelikle ama çok cesur- çelik gibi güçlü bir irade ve başeğmezlikle birlikte, yapılabileceğini gösterdi.

Ahmet Acar kadar, saygı duyulmayı, inceltilmiş bir insancıllığı ve devrimci bir ruhu, bilim insanı bir akademisyenliği, iyi insan olma özelliklerini, bu kadar büyük bir maharetle bir araya getirebilen/ getirebilecek kaç kişi tanıyoruz?

Nerdeyse “yok” diyebileceğimiz kadar az…

Ahmet Acar gibi gerçek bir bilim insanın kaybından ötürü çok üzgünüz, yastayız…Ahmet Acar’ın anısı, hepimizin başını daha dik tutabilmesi için, bize güç kaynağı oldu ve olmaya devam edecek.

Ahmet Acar 			             Fotoğraf: T24 Ahmet Acar Fotoğraf: T24
Yazar Akın Atauz

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

POPÜLER İÇERİK