Alışılmıştır, her ne kadar Tanzimat fermanı “artık gâvura gâvur denmeyecek” diye özetlenmişse de bugün bile İzmir’e “Gâvur İzmir” denir ve İzmirliler bu lafa pek alınmazlar. Geçtiğimiz yüzyılın başlarında İzmir’de nüfusun %60’ını Müslüman olmayanlar oluşturuyordu, herhalde “gâvurluk” buradan geliyor.
Aynı yıllarda Ankara'da da hatırı sayılır bir oranda Müslüman olmayan nüfus yaşıyordu. Nüfusun üçte biri Ermeni, Rum ve Yahudi'ydi. 1893 sayımına göre Ankara kent merkezindeki toplam nüfus 32.000 dolayındadır. Bu nüfusun 1.500 kadarını Rumlar, 7.500 kadarını Ermeniler, 500 kadarını da Yahudiler oluşturuyordu.
Müslüman olmayan nüfusun kentteki toplumsal ve ekonomik yaşamdaki payının sayısal oranlarından daha fazla olduğunu söylemek yanıltıcı olmayacaktır. Bu zenginlik yapılı çevrede de kendini gösteriyordu. Sadece Ermenilerin oturduğu mahalleler oluşmuştu ve bu mahalledeki binalar varlığı yansıtıyordu.
O tarihlerde kente bulunan dini yapıların sayıları nüfus oranını doğruluyor. Ankara kent merkezinde geçtiğimiz yüzyılın başlarında 10 kilise, 5 manastır ve bir sinagog bulunuyordu. Ankara'nın çevre yerleşimlerinde de önemli oranlarda Ermeni yaşıyordu. Örneğin Sivrihisar'da 30.000 dolayındaki nüfusun 3.600'ü, Zir (İstanoz)'da bulunan 16.500 dolayındaki nüfusun 2.200 kadarı Ermeni'ydi.
Kent Tarihinde Bir “Boşluk” Ve Müzmin Hastalıklarımız
Bu rakamsal bilgilerden sonra gelelim "toplumsal bellek kaybı", "resmi / gayri resmi tarih çatışması","ötekileştirme" gibi başlıklar altında toplayabileceğimiz müzmin hastalıklarımıza... Burada, "soykırım" mıydı, yoksa "tehcir" miydi türünden tartışmalara girecek değiliz ama bir gerçek var, yukarıda rakamlarla özetlediğimiz tablo 1920'den sonra ortadan yok oluyor.
Bu yok oluş birden bire olmuyor, kısa ama acımasız bir süreç izliyor. İçinde "tehcir", "katliam", "zorunlu göç", "etnik temizlik" vb. denilebilecek tartışmalı olaylar var. Resmi tarihçiler ve onların izinden gidenlerin söylemleri "biz onları kesmeseydik onlar bizi keseceklerdi" diye özetlenebilir.
Ankara'da yüz yıl önce yaşanan olayları, örneğin İngiliz işgali altında çete baskınlarını, sonra Topal Osman'ın yaptıklarını, Alişan Beyin bodrumundan çıkan silahları, İstanbul ve diğer kentlerden toplanan Ermeni aydınların Ayaş'a getirilmelerini, yollarda, örneğin Bağlum yakınlarında saldırıya uğrayıp öldürülenleri mutlaka beleğimize kaydetmek gerekir. Ancak, bu olayları tek tek anlatarak değil, hepsini nesnellik süzgecinden geçirerek bir araya getirdiğimizde Ankara kent tarihindeki boşluğu tamamlayabiliriz.
Nedense çoğu tarihçi, Ankara'nın Roma çağını, daha sonraki yüzyıllarda tiftik ticaretini, sof üretimini, Ankara'nın velilerini, kadı sicilleri, tahrir defterlerini anlatır da sonunda arada bir boşluk kalır. Resmi tarihçilere göre yakın dönem Ankara tarihi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının 27 Aralık 1919'da gelmeleriyle başlar. Öncesi bulanıktır.
1916 Yangını Ve Yangına Körükle Gidenler
Yazılı tarihteki boşluk, kentin fiziksel dokusunda da kendini duyurur. Kalenin eteklerinde, Hisarönü - Çıkrıkçılar Yokuşu - Saraçlar Çarşısı - Atpazarı bölgeleri ile Anafartalar Caddesi arası ve çevresi doğal gelişimi içinde bir kent dokusundan beklenen devamlılığı göstermez. Buralarda şimdi bulunan yapılar, Adliye binası, Çocuk Esirgeme Kurumu binası, Atatürk İlköğretim Okulu gibi Cumhuriyet dönemi yapıları bir boşluğa yerleşmiş gibidir. Boşluk tanımı doğrudur. Zamanında bu alanda yer alan ve önemli bir bölümü varlıklı Rum ve Ermenilerin konut ve işyerlerinden oluşan doku, 1916'da yaşanan büyük bir yangın sonucu ortadan kalkmıştır.
Yangın 13-14 Eylül 1916 günü başlamış ve üç gün sürmüştür. 1030 ev, 935 dükân, 7 kilise, 2 cami, 6 mescit, 3 hastane ve bazı resmi binalar yanmış, kentin yarısı yok olmuştur. Toplumsal Tarih dergisinin Kasım 2012 sayısında yayınlanan "1916 Ankara Yangını" başlıklı makalesinde Taylan Esin, Yunanistan'a göçmüş ailelerden Ankara doğumlu iki Rum'un tanıklıklarıyla yangını ayrıntılı olarak anlatmaktadır. O tarihlerde Ankara'daki yaşamları konusunda da bilgiler veren tanıklar, yangının kasıtlı olarak çıkarıldığı kanısındadır. Yangının yayılmasına yetkililerce müdahale edilmediğini, hata yanan binalara su yerine gazyağı atıldığını söylemektedirler.
Falih Rıfkı Atay’ın Yorumları
1916 Ankara yangını, 6 yıl sonra 9 Eylül'de İzmir'de yaşanan yangınla benzerlikler taşır mı? Veya daha önce 1895 Diyarbakır yangını ile ortak noktalar var mıdır? Osmanlının son günlerindeki bu "Harik-i Kebir" (Büyük Yangın) olaylarına ilişkin Falih Rıfkı Atay'ın "Çankaya" kitabından birkaç satırı aktarmakla yetinelim şimdilik:
"Gâvur İzmir karanlıkta alev alev, gündüz tüte tüte yanıp biti... İzmir'i niçin yakıyorduk? Kordon konakları, oteller ve gazinolar kalırsa, azınlıklardan kurtulamayacağımızdan mı korkuyorduk? Birinci Dünya Harbi'nde Ermeniler tehcir olunduğu vakit, Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahale ve semtleri varsa, gene bu korku ile yakmıştık... Bu kuru kuruya tahripçilik hisinden gelme bir şey değildir. Bir Avrupa parçasına benzeyen her köşe sanki Hıristiyan veya yabancı olmak, mutlak bizim olmamak kaderinde idi."
Bu yazı Şubat 2014'te Sofasol Gazetesi'nin 34. sayısında yayımlanmıştır
Yorumlar (0)