Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

(Geç de Olsa) Kanatlarını Kendi Elleriyle Ören Kadınlar

2014-2015 yılları arasında beş ayımı bu kadınlarla geçirdim. Ankara’nın göçle oluşmuş gecekondu mahallelerinden birinin kadınları onlar. 1970’li
yıllarda göçlerle Ankara’ya gelmiş, çeperde kurulmuş mahallelerden birine yerleşmiş, çoğu evlenir evlenmez yer değiştirip her açıdan bambaşka bir yaşama adım atmış kadınlar. Birçok ortak noktaları var elbette, ama bizi buluşturan ortaklıkları neredeyse her birinin altmış yaşından sonra dünyayı kelimelerle okuma hevesine düşmüş olmaları.

(Geç de Olsa) Kanatlarını Kendi Elleriyle Ören Kadınlar

Yetişkinken bir sınıfa düzenli olarak gidip kimi zaman olumsuz çağrışımları olabilen okul sıralarında öğretmen denetimini kabul etmek pek de kolay değildir. Hele ki öğrenmenin, kitap defterin çoğu zaman çocuk ve gençle özdeşleştirildiği bizimki gibi bir toplumda. Onların çıktıkları yolculuğa konu komşunun dalgacı sözleri ve bazen “bu yaştan sonra” ile başlayan omuz çökerten cümleleri, eş dostun takılmaları eşlik ediyordu. Bu hiç şaşırtıcı değil biliyorum. Ama fırsat bulduğum her an katıldığım o derslerde ve ders aralarında gerçekleşen tüm öğrenme süreci sonunda kadınların yaşadıkları dönüşüme tanıklık etmek çok heyecan vericiydi. Mikro alanlarda dönüşümün izlerini sürmek gerekiyor belki büyük değişimler için ya da insan denen varlığın iradesiyle mutlu olup yeniden güç kazanmak için diyeyim. Başlarken sözlerini andığım Firdevs örneğin, harflerle ve yazıyla boğuşuyordu
sanki ilk zamanlarda. “Eczane” kelimesi nasıl zor bir kelime, yazması zor, söylemesi zor, başa dönüp bir deneyin isterseniz. Firdevs ilk zamanlarda hep içe dönük bir yaprak gibiydi. Sessiz, konuştuğundaysa hep söylenen, sızlanan bir yalnız kadıncık. Çocuğu olmamış, kocası “ölürsem bir başına kalıp bir şey yapamazsın” kaygısıyla kursa katılmasına destek olmuş. Oysa ki içinde yaşadıkları evi almak için birlikte çabalamışlar. Aslında hiç de güçsüz değil Firdevs. Evlenir evlenmez Ankara’ya göçmüşler Sivas’ın bir köyünden. Akrabaların önceden yer ettiği bir gecekondu mahallesinde bir
çatı kurmuşlar kendilerine. Ve sonra bugünkü evleri, “kıt sat geçinerek” kurdukları düzenleri... Köyde tarlayla tapanla uğraşsın, ev işine destek olsun, küçük kardeşlerine göz kulak olsun diye okula gönderilmeyen kızlardan biri. Bildiği köy düzeninde sözlü kültürün kanatları altındayken kelimelere, yazıya hiç ihtiyaç duymayıp şehre göçünce kocaman bir genişliğin ortasında kalıveren genç kadınlardan biri. Şehrin düzenine tutunmak için evlere temizliğe gitmiş kadınlardan biri Firdevs. Göçenlerle kurulmuş şehirde sözlü kültür hâlâ hüküm sürse de, yollar tabelalar okunarak değil birbirine sorularak bulunsa da hep yazıyı bilmemenin eksikliğini duymak o günlerde başlamış. Çünkü artık gideceği yolu da soracağı kişiyi de tanımadığı bir yerdedir.

Firdevs’in hikayesi bu kadınların hep birlikte oluşturdukları resmin kalbi. Söylenirken en çok neden şikayetçiydi Firdevs?

“Temizliğin var, yemeğin var ama eşim destekliyor. Komşulara bazen sinir oluyom. Demiyolar ki bu kadın derse gidiyor. Sen de dersim var diyemiyosun. Çat kapı geliyorlar. Ama evde çalışmaya uğraşıyom.”

Bağımsız bir zaman ayırma, kendine biçilen toplumsal cinsiyet rolünün dışına uzanmaya çalışma talebi değilse nedir bu sözler?

Ailenin yüceliği diye sızlanan, anaların ayaklarının altında cennet olduğunu söyleyip kadını ne çok sevdiğini ağlayarak anlatan bu toplumun çocuk yaşta evlendirilmiş, gözü karşı kaldırımdaki köy okulunun penceresine takılı kalmış kız çocukları onlar.

Okuma yazma kursunda Firdevs’le birlikte az çok düzenli bir şekilde haftada üç ya da dört kez kursa gelen sekiz kadın vardı. Tamamı vaktiyle başka illerden göçmüş, on üç - on dört yaşında evlendirilmiş, her biri evlerinin Nora’ları olan kadınlar. Evet, çoğu görüşmede Ibsen’in Bebek Evi oyununu anımsadığım doğrudur. 19. yüzyıl orta sınıf evlerinin “mutlu aile düzenlerinin” çatısını tutan, yerini sağlamlaştıran ama adı konmayan gizli elin kadının eli olduğunu ilan eden, “aile”nin iki yüzlülüğünü sadelikle ortaya koyan hikâye, bir çok başka evde, başka dillerde, başka başka toplumsal katmanlarda tekrar eder durur. Bu sınıf bunun en güzel kanıtlarından biridir. Firdevs, Sevda, Seher, Ruken, Selma, Fadik, Aysel ve Dudu, kendileri öyle istediği

için müstear adlarla andığım bu kadınların her biri dünyayı kelimelerle okuma hakları ellerinden alınmış birer Nora’dır. Ailenin yüceliği diye sızlanan, anaların ayaklarının altında cennet olduğunu söyleyip kadını ne çok sevdiğini ağlayarak anlatan bu toplumun çocuk yaşta evlendirilmiş, gözü karşı kaldırımdaki köy okulunun penceresine takılı kalmış kız çocukları onlar.

İnsan bazen iyi ki zaman geçiyor diyor. Bu kadınların hikâyelerinde de böyle durum. Zaman geçiyor ve kadınlar bir dolu sıkıntıyı geride bıraktıktan sonra kaybettiklerini bulmak için adım atma cesaretini toplayıp kendileri için zaman talep edecek güce sahip oluyorlar. Böylece kimi ehliyet almak, kimi torununa masal okumak, kimi yalnız kaldığında güçlü olmak için

okuma yazma öğrenmeye karar veriyor. Latin Amerika başta olmak üzere birçok ülkede yetişkinlere okuma yazma öğretilmesi güçlendirme ile çok ilişkili bir alan. Eğitimin içeriği özellikle kadınlar için güçlendirme odaklı kurgulanıyor. Kadına yönelik şiddet gibi can yakıcı ve yaygın sorunla mücadele etmenin en etkili yollarından biri bilinç yükseltme ve güçlendirme içerikli bir araya gelişlerdir aslında. Ancak Türkiye’de büyük oranda halk eğitim merkezleri tarafından sürdürülen yetişkinlere yönelik okuma yazma kursları, katılımcıları çoğunlukla kadınlardan oluştuğu halde, bu tür bir içerik konusunda oldukça zayıf. Yine de ilkokul müfredatı ile paralel oluşturulmuş, kadın hakları konusunda güncel kazanımları aktarmayan bu içerikle bile dönüşüm mümkün. Kadınların bir araya gelişleri, birbirlerinin deneyimlerine kulak vermeleri, kendilerine okuma gibi entelektüel bir faaliyet için zaman ayırmaları kısa zamanda anlamlı bir dönüşüm yolculuğuna çıkmalarına neden oluyor.

Yine Firdevs’in deneyimine dönecek olursak bu dönüşümün ifadesini bulacağız. Yazının gizemli, kimi zaman korku veren dünyasında kaybolan Firdevs bir gün şöyle bir anısını anlattı, aslında neden okuma yazma öğrenmek istediğinin dokunaklı hikâyesini paylaştı bizlerle:

“Hastaneden çıkıyordum, yüreğimde bir sızı oluyordu. Hangi otobusa binecem? Bi seferinde korkuyom da sormak için, başka bi yere mi salarlar diye, iki saat kaldım öyle durakta. Bilemedim geleni geçeni. Sonunda bi çocuğa sordum İlker’e giden otobüs hangisi diye. O dedi, gösterdi de geldim eve. Ondan sonra dedim ben bunu öğrenecem diye. Şimdi hastanenin yazılarını biliyom. Otobusu münibüsü hep okuyom, tek istediğim yere gidiyom.”

Güçlenme kadınların birer birey olmalarını, kendi kaderlerini ellerine almalarını ve bu bilinçle toplumsal cinsiyet eşitliği temelinde bir toplumun inşasına katılmalarını amaçlamaktadır. Ancak bunun yanı sıra ve belki de en insani hedeflerden biri bana kalırsa insanların kendi hayal kurabilme hakkını geri almalarıdır. Okuma yazma öğrenmek bu hedefin taşlarını döşeyen en kritik noktalardan biridir. Bu çerçevede Firdevs’in hayali benim için kaldırım taşlarının altındaki kumsalı görmek kadar heyecan verici:

“Hayal ettiğim, elime gaste alsam, okusam. Kahvemi önüme alsam, çayımı alsam. Resimlerdeki gibi.”

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış