Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

İhmal Edilmiş Bir Direnişin Arkeolojisi: Zafer Aydın’la 15-16 Haziran 1970’in 50. Yılında, İşçilerin Haziranı Üzerine

İhmal Edilmiş Bir Direnişin Arkeolojisi: Zafer Aydın’la 15-16 Haziran 1970’in 50. Yılında, İşçilerin Haziranı Üzerine

“15-16 Haziran 1970’te Türkiye’nin toplumsal ve siyasal tarihinde o güne kadar yaşanmış en büyük işçi direnişi gerçekleşti. Bu direnişe işçilerin sendika seçme özgürlüğünü yok eden 274 sayılı Yasa’da yapılmak istenen değişiklikler yol açtı. Yasa zoruyla tek sendika modelini dayatan değişiklik, özel olarak DİSK’i ve DİSK’in temsil ettiği sendikal anlayışı tasfiye etmeyi amaçlıyordu. Yapılmak istenen değişikliğe itiraz eden işçiler, DİSK’in kararıyla İstanbul ve Kocaeli’ndeki işyerlerinde üretimi durdurarak eyleme geçti; fabrikalardan sokaklara ve meydanlara aktılar. İş durduran ve sokakları dolduran işçiler, büyük gösterilerle sendika seçme özgürlüklerine sahip çıktılar. Güvenlik güçlerinin engelleme çabalarının neden olduğu çatışmalarda üçü işçi, biri toplum polisi, biri de esnaf olmak üzere beş kişi yaşamını yitirdi. İşçilerin eylemlerini “isyan” olarak nitelendiren Süleyman Demirel Hükümeti, İstanbul ve Kocaeli’nde sıkıyönetim ilan etti. 15-16 Haziran, iki günlük bir işçi direnişi olarak gerçekleşip bitmedi; sonuçları itibarıyla devleti, sendikaları, siyasi partileri ve sermayeyi derinden etkileyen bir olgu oldu.”
Zafer Aydın, böyle tarif ettiği 15-16 Haziran 1970 günleri üzerine yazdığı “İşçilerin Haziranı: 15-16 Haziran 1970” kitabı için 4 yıla yakın bir zaman harcamış. Toplam 120 kişi ile çoğunluğu yüz yüze olan görüşmeler yapmış, dönem itibarıyla inanılmaz bir kaynak taraması elden geçirilmiş. Bu uzun çalışma sonucunda hacmi 992 sayfayı bulan, muazzam bir boşluğu dolduran bir yayın elimizde şu anda. 50. yılında 15-16 Haziran 1970, Büyük İşçi Direnişini hatırlamak ve hatırlatmak üzere hazırladığımız dosyamızı Ali Bilge ve Akın Atauz’un Zafer Aydın ile yaptıkları söyleşi ile kapatıyoruz.

Ali Bilge: Bu çalışmayı yürütürken karşılaştığınız zorluklar olmuştur mutlaka. Bunlardan bahsederek girelim mi konuya, nelerle karşılaştınız?

Zafer Aydın: Aradan 50 yıl geçince öykü bambaşka bir hale geliyor. İnsanların hafızalarında da bambaşka bir hale dönüşebiliyor. Bazen kendi yaşadığı bir şeyi başkası yaşamış gibi anlatabiliyor ya da başkasının yaşadığını kendi yaşamış gibi de anlatabiliyor. Bu sözlü tarih çalışmasının en büyük handikaplardan birisi. Bu, kasıtlı olarak ortaya çıkan bir davranış da değil. Hafıza böyle oyunlar oynayabiliyor. Bu tip zorlukları başka belgelerle örtüştürerek, test ederek aşmaya çalıştım. Hafızalarda yaşayan bir tarih olması bir anlamda en büyük zorluklardan birisiydi. Tanık bulmakta çok zorlanmadım diyebilirim. Hem sendikal faaliyetlerin içerisinden geliyor olmam hem de dönem aktörlerinin içinde bulunmam benim için çok büyük bir avantaj oluşturdu. Kimin kapısını çaldıysam kimden destek istediysem herkes büyük bir şevkle bu çalışmaya destek oldu. Tanıkları bulma konusunda zorluğu açtım. Ama iki tanık topluluğuna ulaşamadım ya da ulaştıklarımı konuşturamadım. Bu da bence çalışmanın bir eksikliğiydi. Bunlardan ilki eylemlerde çok özgün bir rolü olan, adeta eylemlerin buz kırıcısı kadınlar. Tankların aşılmasında, asker-polis barikatlarının aşılmasında önemli misyon yüklenmişler ama ne yazık ki çok sayıda kadın tanığa ulaşmak mümkün olmadı. Ulaşabildiklerimin bir kısmı da konuşmak istemedi, bu bir eksiklik olarak kaldı. İkincisi 15-16 Haziran eylemleri içerisinde özel bir yere sahip olan Baymak ile ilgili. Süleyman Demirel'in kardeşinin ortağının olduğu bir şirket olması nedeniyle bu fabrikanın idari kısmının tahrip edilmesi söz konusu. 15-16 Haziran yargılamaları içerisinde en büyük işçi topluluğunu Baymak işçileri oluşturuyor. Ama ne yazık ki Baymak'tan hiç kimseyle konuşma şansım olmadı. Yoğun bir biçimde peşlerine düştüm. Elimdeki dava dosyalarındaki isimleri çeşitli kanallardan aradım. Sosyal medyadan, 118 telefon rehberinden siyasi partilere kadar her kanalı kullanarak bulmaya çalıştım, bulamadım. Bu da başka bir eksiklik.

Eksiklik ve zorlukların dışında bu çalışmanın ciddi bir handikapı daha vardı. 15-16 Haziran üzerine Sırrı Öztürk ve Turgay Bey'in birlikte yazdığı bir kitap var. Turgay Aranır avukat, Sırrı Öztürk ise Türk Kablo da işçi temsilcisi. Bu alana da konu üzerine de çalışma çok az ama söz çok. Her yıl dönümlerinde dergilerde, gazetelerde parça parça anlatılmış çok sayıda 15-16 Haziran hikayeleri var. 15-16 Haziran hikayeleriyle birlikte ön yargılar var. Kalıplaşmış yargılar var. Bütün bunların olduğu ortamda meseleyi ele almak başlı başına bir zorluk oluşturuyor. Bunu da mümkün olduğunca güncel belgeler kullanarak aşmaya çalıştım

Ali Bilge: 15-16 Haziran devletin arşivlerinde nasıl yer alıyor? Milli güvenlik devleti, Türkiye istihbaratı ve Türk devleti bu süreci nasıl takip etti? Bu konuda edindiğiniz bilgileri paylaşabilir misin?

Zafer Aydın: Sizin de söylediğiniz gibi 61 Anayasasıyla başlayan (61-80 arası) dönem Türkiye'nin sosyal ve siyasal olarak en özgün dönemi. Bir askeri darbe ile başlayan, bir diğer askeri darbe ile biten araya da bir askeri müdahalenin sıkıştırıldığı o dönem, öncesi ve sonrasına çok benzemiyor. Bu dönemin iki özgün öznesi var: ilki Türkiye İşçi Partisi diğeri ise DİSK. DİSK kurulduğu andan itibaren farklı bir sendikal anlayışı savunuyordu. Sermayeden etnik topluluktan bağımsız bir sendikal anlayışı vardı. 50'li yılların sonuna kadar, devletin temel yaklaşımlarından bir tanesini oluşturan, hatta bir tür devletin çimentosu gibi görülen "biz sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir topluluğuz" perspektifinin dışında bir perspektif ile davranıyordu. Sınıf, diyordu, sınıf sendikacılığı diyordu, aykırı bir duruş sergiliyordu. Milli bünyeye aykırı bir davranıştı bu. Daha kurulur kurulmaz bu sebeple yaftalandı. Örneğin, Genelkurmay Seferberlik Tetkik Başkanlığı, DİSK kurulduktan çok kısa bir süre sonra bölge temsilciliklerine bir yazı gönderiyor. Bu yazıda DİSK'e bağlı sendikaların takibe alınmasını istiyor.

"Genelkurmay Seferberlik Tetkik Başkanlığı, DİSK kurulduktan çok kısa bir süre sonra bölge temsilciliklerine bir yazı gönderiyor. Bu yazıda DİSK'e bağlı sendikaların takibe alınmasını istiyor"

Ali Bilge: Bahsettiğimiz Seferberlik Tetkik Dairesi'nin NATO üyesi ülkelerdeki karşılığı 'gladyo'dur, bunu da unutmadan not edelim.

Zafer Aydın: Teşekkür ederim, önemli bir parantez açmış oldunuz. DİSK'in ve işçi sınıfının nasıl bir anlamı ve önemi olduğunu da gösteriyor bu tarifiniz. Sadece bununla sınırlı değil, başka kanallardan da DİSK'in bir şekilde takibe alındığını biliyoruz. Özellikle 15-16 Haziran sürecine giderken devletin açık ve gizli istihbarat kanalları ile DİSK'i takip ettiğini görüyoruz. Cüneyt Arcayürek, 1-8 Temmuz 1970 arasında Hürriyet gazetesinde bir dizi köşe yazısı yazdı. Çalışma Bakanlığı da dahil olmak üzere İçişleri Bakanlığı gibi bakanlıklara bağlı devletin birimlerinin hazırladığı raporlara dayanarak hazırlanan bu yazı dizisinde ifade edilen fikirlerden, görüşlerden anlıyoruz ki devlet DİSK'i takip etmeye başlamış. Ayrıca, Ediz Coşkun'un "Gizli" adlı bir kitabı var, o kitapta Madanoğlu olaylarına ilişkin gizli dosyaları anlatan bir kesit var.

"... eylemin coğrafi olarak çok geniş bir alana yayılması her fabrikanın önünün, her işçi mahallesinin, her semtin, her sokağın adeta gösteri yeri haline dönüşmesi alınan önlemleri yetersiz kılıyor"

Ali Bilge: Hocam, okuyucularımız için bir parantez daha açayım. Cemal Madanoğlu, 12 Mart 1975 muhtırası öncesi ordu içinde sol darbe yapacak grubun lideri durumunda olan bir emekli tümgeneral. O dönem yaşanan cuntalar arası savaşta sağ cunta egemen oluyor ve 12 Mart'a bu şekilde gidiliyor. Madanoğlu bu kapsamda yargılanmıştır.
"İşçiler bilmeden bir de MİT'e ev döşemişler"

Zafer Aydın: Bu yargılanmalara esas teşkil eden, toplantılarda konuşulanları içeren dinleme kayıtlarıydı. Mahir Kaynak 2013 yılında bir gazeteciye bu dinlemeleri kendisinin yaptığını itiraf etti. Madanoğlu, Kaynak'a çok güveniyor. Kendisinden toplantıya gelenlerin üstünü aramasını istiyor. Oysa dinleme cihazı üst araması yapan Mahir Kaynak'ta.

Bu dinleme kaydının dışında mahkeme dosyasına girmiş bir kayıt daha var. Bu kayıtta da bir MİT elemanı üstlerine sendikalar yasası gündeme geldiğinde DİSK'in, TİP ile Dev-Genç ile birlikte İstanbul'da, Kocaeli'nde ve Ereğli'de eyleme geçeceği bilgisini veriyor. Büyük hazırlık olduğu, Zonguldak'tan dinamit getirildiği gibi kriminal bazlı bilgiler de ekliyor raporuna. Konuşmada geçen bir ibareden bu brifingin Nisan sonu gibi yapıldığını düşünüyoruz. Çünkü orada 'teknik personel protesto mitingi geçtiğimiz hafta Ankara'da yapıldı' gibi ifadeler var. O teknik personel mitingi 19 Nisan'da olduğuna göre bu brifing de Nisan'ın sonunda yapılmış olsa gerek. Tabii ilginç olan şu, Mahir Kaynak, o sırada DİSK'e bağlı Gıda-İş Sendikası'nın başkan danışmanı. Ve görüştüğümüz sanıklar çok ilginç hikayeler anlattılar onunla ilgili. Mahir Kaynak solcu kimliğiyle bunların hepsini eziyormuş. Toplu sözleşme masalarında işverenleri sıkıştıran tutum sergiliyor ve geriye kalanları da yeterince solcu olmadıkları konusunda eziyormuş. Hatta, Gıda-İş'in o dönemki sekreterinin aktardığına göre bir gün evine gidiyorlar Mahir Kaynak'ın, Bakırköy'deki bir eve, bakıyorlar çok fukara gözüküyor, doğru düzgün eşya yok. Karısı Kocapaşa Vergi Dairesi'nde çalışıyor. Haline üzülüyorlar ve eve eşya alıyorlar. Meğer o ev MİT'in eviymiş. İşçiler bilmeden bir de MİT'e ev döşemişler.

Bu durum devletin bir biçimde işçilerin eyleme geçeceğinden haberdar olduğu bilgisini bize veriyor. Haberdarlar ama yine Cüneyt Arcayürek'in yaptığı açıklamadan anlıyoruz ki 40.000 civarında kişinin katılacağı bir gösteri bekliyorlar ve ona göre önlem alıyorlar. İçişleri Bakanlığının "Eylem geliyor, hazırlıklı olun" diye askere ve polise gönderdiği gizli genelgeler var. Ama eylemin coğrafi olarak çok geniş bir alana yayılması her fabrikanın önünün, her işçi mahallesinin, her semtin, her sokağın adeta gösteri yeri haline dönüşmesi alınan önlemleri yetersiz kılıyor. İşlemez hale getiriyor.

Akın Atauz: Ben bu hareketi öğrenci olduğum dönemde yaşamış birisiyim. Bu kitabı okurken çok şey öğrendim. Olağanüstü bir iş yapmışsınız. Kutlarım bundan ötürü. Benim size sormak istediğim sorular biraz daha genel karakterli. Birincisi, siz bu konuda çok az çalışma yapıldığını söylediniz. Bu bana şunu düşündürüyor: Türkiye bu konuyu önemsememiş ve yeteri kadar çalışma yapmamış. Niye acaba? Türkiye'deki toplum bilimciler, politikacılar, solcular bu konunun ne anlama geldiğini, nasıl teorize edilmesi gerektiğini ve bundan öğrenilecek şeylerin hem toplumsal gelişime hem belki sosyalist teoriye nasıl bir katkısı olabileceğini ortaya koymak ve tartışmak konusunda niye bu kadar isteksiz ya da tembel davrandılar? Ne dersiniz?

Zafer Aydın: Aslında üniversite işin içerisinde. Ankara'da siyasal ve hukukun bütün ağır topları bu yasa tartışmalarının içerisine giriyor. Açıklamalarda buluyor. O açıklamalar üzerine Türk-İş cevap veriyor. Türk-İş'le tartışıyorlar. Akademinin kendisi bu tartışmaların içerisinde. İstanbul'da sıkı yönetim ilanından sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi hocaları "bu anayasaya aykırıdır" diye rapor yayınlıyor. Hem hukukçular hem siyaset bilimciler hem de akademi, meselenin
bir anlamda içindeler. Ama sonrasında ne kendileri yapmış ne de öğrencilerini bu alanda çalışmaya yönlendirmişler. Neden yönlendirilmemiş sorusuna doğrudan bir cevabım yok, doğrusunu isterseniz.

Akın Atauz: Yeteri kadar önemsemedikleri için mi?

Zafer Aydın: Önemsediklerini görüyoruz. Daha sonraki dönemde de yaptıkları yayınlarda üzerine söz söylediklerini, korumaya devam ettiklerini görüyoruz. Böyle bir monografi yayınlamayı özel bir çalışma yapmayı niye düşünmemişler benim gibi bilmiyorum. Belki şöyle düşünülmüş olunabilir: Bildiğiniz üzere bu tip işler sıcağı sıcağına yapıldığında anlamlı olmuyor. Çünkü o sıcaklık bütün gerilimleri, ön yargıları, kavgaları içinde barındırıyor. Tarih olabilmesi için üzerinden biraz zaman geçmesi lazım. Biraz soğuması lazım. Soğuduktan sonra biraz daha objektif ele alınabilecek hale gelir. Belki böyle bir bekleme ihtiyacı oldu. Bu bekleme de 12 Eylül ve benzeri sebeplerle kesintiye uğramış olabilir. Bilemiyorum, tamamen tahmin. Keşke o hocalarımızdan yaşayanlar, orada olanlardan olsaydı da bu konuyu onlara sorsaydık, güzel olurdu. Çok isabetli bir soru ama bende tatmin edici bir yanıtı yok bunun.

Ali Bilge: Yaptığımız araştırmalarda bir yüksek lisans tezine, bir doktora tezine rastlamadık bu konuda. Adına enstitü kurulacak büyük bir toplumsal eylemin bu kadar ıskalanması gerçekten hicap duyulacak bir şey.

Akın Atauz:: Önemli olan bunu teorize etmemiz. 15-16 Haziran işçi sınıfının Türkiye'de yaptığı en büyük ve en önemli eylem. Bir doruk noktası, siz de öyle yazıyorsunuz bunu kitabınızda. Bu doruk noktası nasıl bu kadar ihmal edilebilir? Başarılı olup olmaması önemli değil. Ama topluma da işçi sınıfına da kentlerde yaşayan insanların, göç edenlerin kendi değişim süreçlerine de muhakkak etkisi oluyor. Sizin de söylediğiniz gibi anlaşılması çok zor bu kadar ihmal edilmesi.

"15-16 Haziran, soldaki bilgiyi önemli ölçüde değiştirdi. İzlenen çizgiyi ise değiştirmedi. Sosyalist sol işçi sınıfının bu eylemini bir anlamda kutsadı ama öbür taraftan kendi bildiği yolda yürümeye devam etti"

Zafer Aydın: Özel olarak sol politika bu meseleye niye ilgi göstermedi diye sordunuz. Orada şöyle bir şey var. Solda işçi sınıfının toplumsal mücadelede oynayacağı rol üzerine geniş bir tartışma yürütüldüğünü biliyoruz. Bütün strateji tartışmalarının odağında işçi sınıfı vardı. İşçi sınıfının toplumsal durumda öncülük yapıp yapamayacağı başlıca tartışma konularından birisiydi. Aynı zamanda soldaki ayrışmaların bölünmelerin yol ayrımlarının da odağındaki bir tartışma konusuydu. 15-16 Haziran, işçi sınıfı var mıdır yok mudur, nesnel olarak ideolojik önderlik midir, yoksa fiili önderlik midir vb. tartışmaları büyük ölçüde noktalayan bir gelişme oldu. Bu biçimiyle soldaki bilgiyi önemli ölçüde değiştirdi. İzlenen çizgiyi ise değiştirmedi. Sosyalist sol işçi sınıfının bu eylemini bir anlamda kutsadı ama öbür taraftan kendi bildiği yolda yürümeye devam etti. Bir tarafta THKO kuruldu bir tarafta THKP-C kuruldu. Bilgi değişti ama çizgi değişmedi. Çizgi değişikliği esas olarak, 12 Mart sonrasında gündeme geldi. Geleneği sahiplenmek, geçmişi sahiplenmek bu meselenin ele alınıp konuşulmasından daha fazla önem kazandığı için geri planda kaldı diye düşünüyorum.

Ali Bilge: Türkiye'nin nüfusu otuz beş milyon, İstanbul'un nüfusu iki milyon altı yüz bin. Eyleme katılım ise kimi kayıtlara göre iki yüz bin, kimi kayıtlara göre yüz elli bin. Büyük bir direnişten bahsediyoruz. Katılımın büyüklüğünü de hesaba katarak, bir anlamda Türkiye sanayileşmesinin ilk kuşak işçileri gibi de görebileceğimiz eylemcilerin analizini yapar mısın?

"Ardahan'dan da gelmiş, Hakkâri'den de gelmiş, Diyarbakır'dan da gelmiş, Sivas'tan, Kayseri'den de gelmiş, Yugoslavya'dan da göçüp gelmiş işçiler var. Arnavutluk'tan gelen işçiler de var"

"15-16 Haziran işçi sınıfının Türkiye'de yaptığı en büyük ve en önemli eylem, bir doruk noktası... Bu doruk noktası nasıl bu kadar ihmal edilebilir?"

Zafer Aydın: Sizin de söylediğiniz gibi, birinci kuşak işçiler, köylü işçiler, hâlâ bir ayakları köyde olan, hâlâ köyden unu, buğdayı, bulguru vs. gelen insanlar. Onun kendisi de mücadelede bir avantaj sağlıyor hiç kuşkusuz. Başka bir dayanışma ağı çıkartıyor orası da. Diğer yandan genç işçiler çok. Genç işçilerden kasıt 18 yaşının altında olanlar. O dönem çocuk işçi çalıştırılamaz diye bir şey yok. 18 yaşının altında olup fabrikada çalışan işçiler çok. Ayrıca öğrenci diyebileceğimiz bir topluluk var. Bunlar meslek lisesi mezunu, üniversitelerin akşam bölümlerinde mühendislik eğitimi ya da teknik eğitim alıyorlar. Gündüzleri fabrikalarda çalışıyorlar. Bunların bir kısmı temsilci. Yani aydın kimlikli işçiler de var, sınıfın içerisinde öğrenci-işçi kategorisi içinde tarif edebileceğimiz... Bölgesel olarak Balkanlardan gelmiş göçmen işçiler de var. Anadolu'nun çeşitli yerlerinden göçmüş gelmiş, göçmen işçiler de var. Ardahan'dan da gelmiş, Hakkâri'den de gelmiş, Diyarbakır'dan da gelmiş, Sivas'tan, Kayseri'den de gelmiş, Yugoslavya'dan da göçüp gelmiş işçiler var. Arnavutluk'tan gelen işçiler de var. Hatta Silahtar'daki fabrikalarda çalışan Arnavutların bir kısmı Türkçe bilmiyor. Sendikalarda tercüman aracılığıyla konuşuluyor. Böyle bir mozaikte işçilerin etnik profili.

Politik olarak ise o dönem 69 Seçimlerinin hemen sonrasına denk gelen bir dönem. 69 Seçimlerinde hem İstanbul'da hem Kocaeli'nde Adalet Partisi birinci parti konumunda, CHP ikinci parti durumunda, TİP üçüncü parti durumunda. İşçilerin seçmen olarak davranışlarını ölçmek üzere İstanbul Üniversitesi'nden Cengiz Arın, İlker Turan hocaların içinde olduğu bir grup akademisyen araştırma yapıyor. Bu araştırmanın sonuçlarını da Milliyet Gazetesinde yayınlıyorlar. O araştırma sonuçları İstanbul'da ve İzmit'te işçilerin hangi partiye ve neden oy verdiklerini çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. Adalet Partisi her iki kentte de birinci parti durumunda. "İşçiler hangi partiye oy verirsiniz" sorusunun cevabına "Adalet Partisi" diyorlar birinci parti olarak. Sonra CHP diyorlar, TİP biraz daha aşağıda kalıyor. Sorunlarını kim çözer sorusuna Adalet Partisi çözer diyorlar. Güvenliği kim sağlar, Adalet Partisi sağlar, geleceğinizin daha iyi hale gelmesini kim sağlar, Adalet Partisi sağlar diyorlar. Belki sınıf bilinçleri biraz düşük çünkü işçilere şöyle bir soru soruyorlar, "on yıl sonra kendinizi nerede görmek istersiniz" diye, büyük bir kısmı bir iş güç sahibi olmayı düşünüyor. Yani sınıftan kopmayı, sınıf atlamayı diliyor. O açıdan baktığımızda sınıf bilinci çok kuvvetliymiş gibi durmuyor.
Ama eylemle birlikte sınıf bilinci ortaya çıkıyor. Sınıf refleksi ortaya çıkıyor. Bu sınıf bilinci ve refleksini ortaya çıkaran temel sebep ise işçilerin DİSK'i sevmesi.

Ali Bilge: İşçilerin sevdiği nedir, DİSK'in refah artırıcı yönü mü?

Zafer Aydın: Refah artırıcı yönü çok önemli. Refah artırıcı yönü kadar önemli bir nokta da işçilerin haysiyet mücadelesi hareketi haline gelmesi. Derby kitabını yazdığım sırada, DİSK'in Derby lastik fabrikasından Hüseyin Ayyıldız diye bir abiyle görüştüm. Bana şöyle bir şey demişti: "Derby milleti çarıktan kurtardı, Lastik-İş boyunduruktan kurtardı". Bu işçilerin Lastik-İş'te DİSK'le kendilerini nasıl özdeşleştirdiklerini gösteren bir şey. Rasim Camgöz'e yine "DİSK'in kapatılacağını duyduğunuzda ne hissettiniz, ne düşündünüz" diye sordum. Dedi ki, "DİSK kapatılacak eyvah eyvah. Ha DİSK kapatılmış, ha sen işsiz kalmışsın". Bu bütün işçilerin ruh hali, bu duygu DİSK'in onların hayatında nasıl yer ettiğini gösteriyor. DİSK'le birlikte işçiler ciddi bir biçimde kimlik kazandılar. Hayatları, hayata bakışları değişti. Edebiyatla, tiyatroyla, sanatla tanıştılar. Eğitimlerle çeşitli bilgiler edindiler. Sendika gazetelerinde yazı yazarak, şiir yazarak kendilerini ifade etmeye başladılar.

Ali Bilge: Hatta tiyatroyla tanıştılar. Işın Özgentürk ile görüşmemizde gündeme gelmişti, fabrikada ilk defa tiyatroyla tanışmışlar.

Zafer Aydın: İşçilerin sorunlarından yola çıkan oyunları sergilerken bazen işçiler arasından oyuncu alıyorlar. Bazen yazarken işçileri çağırıp onlarla görüş alışverişinde bulunarak yazıyorlar. DİSK ile birlikte işçilerin kültürel dönüşümü de gündeme geliyor. Haysiyet mücadelesi meselesi de gündeme geliyor. İlginç anekdotlar var. Örneğin, bir fabrikada öğlen tatili sırasında işçiler fabrikanın içerisinde güneşleniyorlar. Duvarın dibinde sigara içiyorlar. Müdür geliyor, müdür gelince hepsi ayağa kalkıyor. Bir tane işçi kalkmıyor. Soruyor "niye kalkmadı" diye, diyorlar ki "Müdürüm o Maden-İş'in güçlü olduğu fabrikadan geldi". Bunlar, DİSK'in işçilerin hayatında hakikaten bir değişim, dönüşüm yarattığını, eşitlik duygusu verdiğini gösteren önemli anekdotlar.
"Eğer ülkendeki toplumsal koşulların ne olduğuna dair hiçbir bilgin yoksa o ülkede sen sol üzerine bilgi, solla beraber ne yapacağın konusunda program üretemezsin"

Ali Bilge: Dinçer Doğu ile görüşmemizde, öncesinde işçiler köle gibiydiler demişti.

Akın Atauz: Ben kitabınızı okuduğum kadarıyla ne düşündüğümü söyleyeceğim size. Ben solcu bir öğrenciydim. Bahsettiğiniz bütün bu tartışmaların, ayrışmaların, hesaplaşmaların, kopmaların içinde, çevresinde... Sizin kitabınız bana şunu öğretti. Türkiye'de öğrenci hareketi olarak yaptığımız tartışmalarda, buna Türkiye İşçi Partisi'nin içindeki tartışmayı da katabiliriz, diğer dergilerdeki, yayınlardaki sol örgütlenmelerin her türü içindeki tartışmaları da, TKP için de, belki DEV-GENÇ için de diyebiliriz, biz devrimci terminolojiyi, Marksizm ana kavramlarını kullanarak habire birbirimizle tartışıyorduk. Bu kavramları kullanmayı iyi de beceriyorduk diyebilirim, en azından becerenler vardı. Ama bu kitabı okuyunca anladım ki Türkiye'deki işçi sınıfı nedir, kimdir ile ilgili hiçbir bilgimiz yokmuş. İşçi sınıfı kimden oluşuyor, nasıl insanlar bunlar, birey olarak işçiler, sınıf olarak işçi sınıfı, işçi sınıfının yaşadığı yer, yaşadığı kültür, işçi sınıfının içinde yaşadığı koşullar, yaşam yeri, fabrikalar nedir, hiç bilmiyormuşuz.

Belki bugün halen bilmiyoruz. Eğer bir sınıf var ise bu sınıfın nitelikleri, özellikleri, sahip olduğu değerler, bilgisi, bilinç düzeyi nedir ona dair diyebileceğim kesinlikle sıfır düzeyinde bir bilgi varmış. Toplumsal olarak sınıfı bilme düzeyinde sıfır olduğumuzu söyleyebilirim. Ama konu Marksist literatüre göre sol strateji kurmaya, sol program oluşturmaya, sol düşüncenin Türkiye'ye ne kadar uyarlanabildiği üzerine konuşmaya gelince hiç geri durmamışız. Sizin kitabınızdan şunu öğrendim, eğer kendi ülkendeki toplumsal koşulların ne olduğuna dair hiçbir bilgin yoksa o ülkede sen sol üzerine bilgi, solla beraber ne yapacağın konusunda program üretemezsin. Galiba bizim en büyük başarısızlığımız bundan kaynaklanıyordu.

"Genel olarak bir araştırma çabası, işçinin kimliğini, beklentisini, demografik özelliklerini bilip bunun üzerinden bir siyaset üretme çabası pek yok solda"

Zafer Aydın: Hocam bu konuda çok haklısınız. Genel olarak bir araştırma çabası, işçinin kimliğini, beklentisini, demografik özelliklerini bilip bunun üzerinden bir siyaset üretme çabası pek yok solda. Ama ilginç bir şeye rastladım. O dönemin "Partizan" dergisinde, ki kitaba da koydum. Partizan, TİP içerisinde Eminönü'nde örgütlenen pek çoğu daha sonradan politikada tanınabilir hale gelen Veysi Sarısözen, Nabi Yağcı, Güray Öz, Cihan Şenol, Adil Demirci gibi isimlerin oluşturduğu bir topluluk. İşçici bir topluluk. Sınıf içinde örgütlenmeyi düşünüyor. Fabrika gazeteleri çıkartıyor. Enteresan bir biçimde onları sonra birleştirip Pravda gibi yayınlamayı düşünüyor. "Derby Gerçek" diye, "Tekel Gerçek" diye gazete çıkartıyorlar. Bu grubun Alibeyköy'de işçilerle bir anket çalışması var. Ben kitaba da aldım. Şimdi sizin söylediğiniz problemin dışına çıkmaya çalışan, daha fazla bilgi ile, bilinç ile, daha bilimsel yöntemleri kullanarak, daha geniş bir perspektifi kullanmaya çalışan bir çaba var aslında ama çok yetersiz.

Akın Atauz: İşçi sınıfının Türkiye'nin geleceğini kurmakta sol için konumu nedir? Öncüsü işçi sınıf mı olacak, burjuvazinin diğer kesimleriyle birlikte işçi sınıfı mı olacak, yoksa bu aşamada burjuvanın çeşitli kesimleri mi öncü olacak, bu çok tartışılıyor. Ama işçi sınıfı kim, var mı? Hangi bilinçte, hangi durumda, hangi çoklukta, nerede, buna dair hiçbir bilgi yok. Sınıfın adı var, o da yalınkat bir ad. Arkasında bir derinlik olmaksızın, bilgi olmaksızın işçi sınıfı öncülüğü tartışılıyor. Kim bu işçi sınıfı, o bilgiyi hiç kimse merak etmiyor.

Zafer Aydın: O yüzden de 15-16 Haziran olduğunda solda büyük bir şaşkınlık yaşanıyor. Mustafa Kaçaroğlu "Kurtuluş Kendini Anlatıyor" kitabında dile getiriyor. Kıra çıkmışlar, kırlardan kentleri kuşatmak üzere, ellerinde bir küçük transistörlü radyo var, bir açıyorlar işçi sınıfı sokakta, onlar işçi sınıfı yok diye dağa gitmişler. Şehirde işçi sınıfı ayaklanıyor. Bu yüzden de büyük bir şaşkınlık durumu söz konusu oluyor.

"Partizan, TİP içerisinde Eminönü'nde örgütlenen işçici bir topluluk. Sınıf içinde örgütlenmeyi düşünüyor. "Derby Gerçek" diye, "Tekel Gerçek" diye gazete çıkartıyorlar"

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış