Kamil Erdem’in Tanıklığı ile 16 Haziran 1970 Sanayi Mahallesi

Kamil Erdem’in Tanıklığı ile 16 Haziran 1970 Sanayi Mahallesi

15-16 Haziran’ı Ankara’nın Gayrıresmi Gazetesi Solfasol’da konuşmaya devam ediyoruz. Ankara’da ne oldu, İstanbul ve İzmit ayağa kalkmışken? 16 Haziran’da Ankara Sanayi Mahallesinde gösteri yapmak üzere oraya giden o zamanın öğrencilerinden Kamil Erdem’den dinleyeceğiz.

DKSD’li Kamil Erdem’i, Datça’da tanıdım.

DKSD derler Datça’ya ait bir Kültür Sanat Dayanışmasının etkinliklerinden biri de: onun son çıkan öykü kitabı (Bir Kırık Segah) üzerineydi. DKSD-Datça Kültür Sanat Dayanışması, hayli önemli bir topluluk Datça için. DKSD, Brecht’çi sanatçılarımızdan Yılmaz Onay’ın sonsuzluğa uğurlanışında Bodrum’da bir araya gelen Datçalıların girişimi ile yola çıkmış. Gerçekleştirdikleri Can Yücel ve Hrant Dink anmalarında daha da çoğalmışlar. Geçen seneki Can Yücel Şenliği gerçekten dillere destan zenginlikteydi. Datça dışından da pek çok insan, bu şenlik için Datça’ya geldi. Tüm Datça’yı adeta tekrar Can’landırdılar. 1 Eylül Barış Gününde, Datça Belediyesi ile birlikte Datça’ya bir Barış Parkı ve Barış Heykeli kazandırdılar. Birçok müzik, tiyatro, şiir, öykü, sinema etkinliklerini ardı ardına gerçekleştirdiler. Salgın günlerinde bile etkinliklerini on-line olarak devam ettiriyorlar. Datça deyince DKSD’den, bu gönüllü sanat ve kültür kolektifinden söz etmemek olmazdı…

Kamil Erdem kimdir.

Kamil abi, 1968 kuşağından. 1945 – Erzurum doğumlu. Lise dahil, Erzurum’da yaşamış. Erzurum’da ilk gençliğinde nurculara yakınken, 1960’larda Türkiye İşçi Partisi ile tanışmış, TİP’li olmuş. Zor yıllarmış: “Az dayak yemedik, Erzurum’da” diyor! 1966’da Ankara’ya Edebiyat okumaya Dil-Tarih (AÜ-DTCF) Edebiyat Bölümüne gelmiş. Sonra Rus Dili ve Edebiyatı Bölümüne geçiş yapmış. Üniversite’de FKF-Fikir Kulüpleri Federasyonu ile de tanışmış. TİP’ten ayrılıp önce Dev-Genç ve sonra PDA saflarına katılmış. 1970’lerden 80’lere kadar da yaşamına hep siyaset yön vermiş.  1980 sonrası Tan Yayınlarında çalışmışlığı da var, Kamil Erdem’in.  Edebiyat hep ilk göz ağrısı olarak kalmış ama. Benim rastladığım iki öykü kitabı var: Bir Kırık Segah (2018-Sel Yayınları) ve ondan önce de Şu Yağmur Bir Yağsa (2016-Sel Yayınları)… Son Öyküleri ile prestijli ödüllerden sayılan 30. Haldun Taner Öykü Ödülünün de sahibi. Hatırı sayılır eleştirmenlere göre Türk diline hakim, Türkçe’nin zenginliğini gösteren bir yazım tekniği var. Bana göre de çok kolay, hızlı okunan öykücülerden değil. Adım adım okumak, ne anlatıyor diye belki de düşünmek, hatta ara sıra araştırmak gereken yazarlardan. Zaten kendisi de yaptığımız söyleşide aynı şeyi söylüyor.

None
None

TİP ile tanışma ve Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde Öğrencilik

15-16 Haziran’ın Ankara’sında neler olduğunu kendisinden dinlemeye gittiğimizde, ilk ricamız kendisini tanıtmasını istemek oluyor. Gayet siyasi bir giriş yapıyor, Kamil Erdem. Erzurum’dan bir TİP’li olarak gelip Ankara’daki Erzurum Öğrenci Yurduna yerleştiğini ve Dil Tarihteki öğrenciliğinde devrimciler arasındaki ayrılıklarda önce Dev-Genç’in kırmızı Aydınlık çizgisine yöneldiğini ama ardından Dev-Genç’ten de ayrılıp Beyaz Aydınlık- PDA’yı çıkartanların yanında saf tuttuğunu anlatıyor. İşte 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi sırasında İşçi-Köylü Dergisi aracılığıyla örgütlenen gençler olarak Ankara’da ne yapılabileceğini tartıştıklarını, 8-10 kişilik bir grubun yerinde destek vermek üzere hemen İstanbul’a hareket ettiğini, kalanlar olarak 16 Haziran sabahı Sanayi Mahallesinde eylem hazırlığına giriştiklerini anlatıyor…

Düş değil bu, hayal değil, hehey de hey…

Solfasol.tv’de gösterimde olan (https://solfasol.tv/dus-degil-bu-hayal-degil/) video’da Faruk Alpkaya’nın 15-16 Haziran İşçi Direnişinin görünmez nedeni olarak 1968 baharını göstermesine katıldığını belirterek, “meşhur 1968 gençlik olayları”nın piknik havasından uzaklaşıp, 1969 ile birlikte giderek üniversitelere yayılan öğrenci boykotları, işgaller, yürüyüşlerle çoğalmasına ve anti-Amerikancı özelliğine vurgu yapıyor, İstanbul’daki 6. Filo protestolarını da hatırlatarak Ankara’da benzer eylemleri yapmaya çalıştıklarını, Amerikan menşeli Fruko ya da Kola gibi ürünleri boykot ettiklerini, Amerikan malı satan yerler, TUSLOG ya da Amerikan Kültür Merkezi  önünde sık sık Amerika ve emperyalizm karşıtı protestolar yapıldığını hatırlatıyor. 1969’da eylemlerin daha ciddi bir başkaldırıya döndüğünü, birçok boykotun üniversite işgaline dönüştüğünü anlatırken: “biz de Dil-Tarih’i işgal etmiştik uzun süre” diye gülümsüyor. “Faşistlerle de çatışmalar”ın çoğaldığına da işaret ediyor. “Sadece öğrenciler değil, aynı zamanda köylülerle işçileri de kapsıyordu bu hareketler” diye ilave ediyor.

Kamil Erdem: İşçilerin yanısıra mesela Ege’deki tütün ekicileri, köylüler de tefecilere, ağalara başkaldırıyordu. İşçiler DİSK’e geçmeye çalışıyordu, işçi hareketleri, grevler, fabrika işgalleri çoğalıyordu. Çok ciddi polis baskısı da vardı, memlekette. Öğrenci hareketleri de bu direnişlerin üzerinde yükseliyordu. Altmışdokuz, denebilir ki: Türkiye’deki bu toplumsal hareketlerin zirvesiydi…

Türkiye’ye 68 geç geldi!

Aydın Bodur: Yani diyorsunuz ki, Dünyadaki 68, Türkiye’ye 69’da geldi?

Kamil Erdem: Evet yani öyle de denilebilir…  İşte 70 de, 1969’un üzerine geldi. 1970 işçi hareketlerinin görünür ve görünmez sebeplerini Faruk (Alpkaya) Hoca güzel anlatmış zaten sizin gazetede. Yani bu 274 ve 275 sayılı maddelerin çıkışı, işçilerin sendikal tercihleri ve saire falan bardağı taşıran damlalar oldu, aslında. 15 Haziran’da başlayan işçi yürüyüşü ciddi ses getirdi.  Fakat Ankara’da akşama kadar kimsenin haberi olmadı neredeyse! Akşama doğru İşçi Köylü Gazetesinin bürosunda, her zamanki gibi dağıtıma çıkmak üzereyken haber aldık. Bir telefon geldi. İstanbul’daki olayları öyle öğrendik.
Bir kısmımızın acele destek için İstanbul’a desteğe gitmemiz gerektiğini söylediler. Ama en çok sekiz-on kişilik bir grup o akşam trenle gidebildi. Ankara’da ne yapılabilir meselesi de bir yandan tartışıldı. Çeşitli fakültelere haber gönderildi. İşbölümü yapıldı. Neler yapılabilir diye bir tartışma başlatıldı. Ankara’da ne var: bir Şaşmaz var, İstanbul Yolunda, birkaç imalathane biliyorsunuz… Eskişehir Yolunda Tepe Mobilya var, onlar ciddi olarak politikleşmiştiler... Bir de işte Sanayi, Sanayi Mahallesi var…

Aydın Bodur: Doğru, Ankara daha ziyade memur şehri olarak bilinir…

İşçi deyince Sanayi Mahallesi

Kamil Erdem: Sanayide işçiler olduğunu biliyoruz ama o güne kadar Sanayi Mahallesine hiç gitmişliğimiz yok. Bir arkadaşımız, orada biraz daha çok kadın işçi çalıştıran laboratuvarların olduğunu, oralardan tanıdıkları olduğunu söyledi. Eee büyükçe tamirhaneler var, çok işçi çalıştıran… Bir arkadaşımız da, Hergele Meydanında Kapıcılar ve Kaloriferciler Sendikası var, oradakilerle aram çok iyidir, dedi. Hemen gittik konuştuk, yarın birçok arkadaşla katılırız dediler. Kararlaştırdık, ertesi gün saat 10.00 – 11.00’de Rüzgarlı’nın alt başında toplanmak üzere her yere haber saldık. Ertesi gün yani 16’sının sabahı, bizim Kapıcılar ve Kaloriferciler Sendikasından 10-15 kişi geldi. Bir yandan da okullar da tatile girmiş, öğrenci kitlesini bulmak da zor ama işte Siyasal’dan, Hukuk’tan, Dil-Tarih’ten öğrenciler toplandık. Ha bir de Ziraat Fakültesinden baya toplu, kalabalık bir arkadaş grubu da katıldı.

Aydın Bodur: Onlar da yakın tabii.

Kamil Erdem: Evet, Dışkapı’dan kalkıp gelmişler. Yani anlayacağınız yüze yakın insan toplandık. Pankartlarımızı falan da hazırlamıştık…

Aydın Bodur: Gece çalışılmış yani!

Kamil Erdem: Evet. Oralarda o zamana kadar hiç eylem olmadığı için herhangi bir tedbir de yok. Polis yok, bir şey yok. Biz böyle sloganlar atarak yol boyunca Sanayi tarafına yürümeye başladık. Saat yarım gibi Sanayiye girdik. Bazı atölyeler yemeğe çıkmış.

Aydın Bodur: Öğlen paydosu tabii?

Kamil Erdem: Evet. Ama değişik bir durum var. Kapıların önünde insanlar, bize bakıyor, ne oluyor diye… Hatta şöyle de oldu: Bazı atölye sahipleri, işçilerini toparlayıp hemen içeriye soktular, kapıları kapattılar falan…

Aydın Bodur: Korumaya aldılar yani?

Her yerde olduğu gibi kadın işçiler yine önlerde

Kamil Erdem: Korumaya aldılar (gülerek!). Bir süre sonra da o dediğim kadın işçiler paydosa çıktılar ve bize katıldılar. Onlar da yürümeye başladılar. Sanayinin içinde dolaşıyoruz. Küçük işyerlerinden, esnaftan katılım olmadı, pek. Hatta düşmanca bakanlar da oldu.

Aydın Bodur: Arbede falan çıktı mı?

Kamil Erdem: Başlangıçta hayır. Uzaktan baktılar. Ama toplum polisi geldikten sonra... Birileri hemen çağırmış muhtemelen! Polisler Sanayinin bütün kapılarını tuttular. Aldırış etmedik, yürümeye devam ediyoruz. Fakat çok şiddetli saldırdılar.

Aydın Bodur: İlk saldırı polislerden geldi yani, esnaftan değil?

Kamil Erdem: Esnaf şaşkındı. Polis gelinceye kadar zaten hiçbiri, hiçbir şey yapmadı. Hani pek iyi bakmadıklarını anladıklarımız da vardı. Ama saldırı sırasında yardımcı olan, kadın arkadaşlarımızı özellikle kollayan, saklayan esnaftan insanlar da oldu… Ama polisle beraber saldıranlar da oldu tabii. Epeyce dayak yiyenlerimiz oldu. Gözaltına alındık. Ankara’nın başka yerlerinden de gözaltına alınanlar vardı. Eskişehir Yolunda Tepe Mobilya’ya giden arkadaşlarla da karşılaştık.  ODTÜ’lülerin yürüyüş kolu oraya kadar uzanmış. Orada da polis saldırısı olmuş. Bizi toplum polisi, Gençlik Parkının arkasındaki Kapalı Spor Salonuna (Selim Sırrı Tarcan Spor Salonu) götürdü. Bahçesinde yüzelliye yakın insan vardık. Ama öyle perişan halde falan değildik. Sanki öğrenci kantinlerindeymişiz gibi gülüşüp, konuşmaya başlamıştık (gülerek). İstanbul’dan merakla haberleri izlemeye çalıştık. Çatışmaları öğrendik. Şişli’de galiba, bir polisle, işçinin öldüğünü öğrendik. Üzüldük tabii. Neyse akşam oldu, hava karardı hala oradayız… Dev-Genç’ten arkadaşlar geldi. İhtiyaçlarımızı sordu. Kasalar içinde lahmacunlar, kumanyalar geldi. Nihayet gece yarısı Adliye’ye, Anafartalar’a götürdüler hepimizi. Polisler üçer kişilik ekiplerle, sırayla bizleri gösterip, şu, şu, şu bizlere küfür etti. Tehdit etti falan diye şikayetçi olmaya başladı. Hakime ifade veriyoruz. Hakim de muhtemelen Kırşehirli. Polislerin hepsinin aynı ifadeyi verdiğini görünce, ‘eee hele sen de anlat bakayım, şu da sana küfretti değil mi..?’ falan deyip, bunlarla (polislerle) gülerek dalga geçmeye başladı… Derken bizi gece yarısı birbuçuk – iki gibi saldılar. Hacettepe Yurduna doğru sloganlar atarak yürüdük. Bu şekilde bir 16 Haziran maceramız var, işte (gülerek)…

Aydın Bodur: Peki, Rüzgarlı’da Gazete Baskını nasıl oldu?

Kamil Erdem: Herkes alınmadı gözaltına… Belki onlar kızgınlıkla gitmişlerdir, biz içeri alınınca. Ama ben görmedim, bu olayı hiç duymadım da!

Aydın Bodur: Neyse olaylar bitti. Sonraki etkileri ne oldu sizler için?

Kamil Erdem: Şimdi… (Uzun bir soluk alıp-verip, duraklayarak) o zaman çeşitli sübjektif değerlendirmelerimiz oldu tabii (gülerek). Ama bugünden bakınca başka tabii! Ama İstanbul ve İzmit’te sıkıyönetim ilan edilmesine rağmen bir haftayı geçmesine rağmen bastırılamadı direnişler. Sıkıyönetim sertleşti. Bu olayların daha da artacağına dair değerlendirmeler yaptık. Fakat bir süre sonra 12 Mart bindirdi. Herşeyin önünü kesti. Dil-Tarih’teki işgaller nedeniyle tutuklandım. Sonra İşçi sınıfıyla ve köylülerle daha fazla bağ kurmak üzere, dağılmaya ve Ankara’da kalmamaya, İstanbul’a ve saireye gitmeye karar verdim… verdik yani… Dolayısıyla okulu da bırakmış olduk… Yaniii…

Sohbete devam ediyoruz, biraz daha. Edebiyat üzerine…

Üzülerek “yani Rus Dili ve Edebiyatında okumaya son verdiniz?” diye soruyorum. Biraz da ümitsizlikle “Peki Rusça’yı öğrendiniz mi?” diyerek soruma devam ediyorum. Okurken Novosti Press’te çalıştığını ve bir arkadaşı ile bir kitap bile çevirmişliğinden söz ediyor. Seviniyorum. “Beyaz Gemi, Aytmatov’un” diyor. Hem seviniyorum, “Beyaz Gemi’nin ilk çevirmenlerinden biri de siz misiniz?” diye şaşkınlıkla da soruyorum. Sohbet öncesinde başladığımız edebiyat sohbetine kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bana kitaplarını okuyup okumadığımı soruyor. İlk öykü kitabını okuduğumu, diğerini henüz almadığımı mahcubiyetle ifade ediyorum. “Nasıl buldun” diye soruyor? Dile hakim olduğunu, zengin bir dil kullandığını ama öykülerini öyle hızla okumanın pek mümkün olmadığını, sindire sindire okumak gerektiğini falan söylüyorum; ama sıkıldığım anlamına gelmemesini de ifade etmeye çalışıyorum bir taraftan da. “Yok diyor, zaten beni okumaya çalışan biraz zorlanmalı, biraz başka kaynakları falan araştırmalı” diyor gülerek. İçeriye çayları koymaya gidiyor. Çıkarken ikinci öykü kitabı Bir Kırık Segah’la birlikte geliyor, hediye ediyor. Utana sıkıla alıyorum.
Sohbet sohbeti açıyor: biraz Datça’ya gelişinden, Datça’daki hayatla ilgili konuşuyoruz ve tabii Datça Kültür ve Sanat Dayanışmasının Datça için öneminden ve yeni etkinliklerinden söz ediyoruz.
Uzun süren sohbetin ardından, teşekkür ederek ayrılıyorum. Tekrar görüşeceğimizi bilerek…

Yazar Aydın Bodur

POPÜLER İÇERİK