Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya
İki Ölüm Arasında



İçinde yaşadığımız salgın günleri çok yakında olabileceğini düşündürse bile, hangimiz kendi ölümümüzü öngörmek isteriz. Düşünüyoruz, aklımız bunun mümkün olduğunu söylüyor ama, duyumsamak, hissederek yaşamak istemiyoruz. Sadece ölüm değil, yaşadığımız dünya da kuşatılmış halde rasyonel kavramlarla.

Doğa rasyonel bir kavramdır bu anlamda. Onun ölümü bizim ölümümüzden, insanın ölümünden farklıdır, hissederek yaşamayız çoğu zaman. O zaten hesap vermeden öldürülebilecek olandır, iyi ihtimalle can çekişir halde terk edilebilen, yarı-ölü.

İnsanın koşullarının ürünü olduğunu, makul olan her toplumsal teori kabul ediyor. Çoğu insan merkezli olan teorilerin bile kabul edilebilir sayılanları insanın evreninin, içinde yaşadığı hayatla, doğayla koşullu olduğunu söylüyor; 'dışarıda' olanla. Koşulların doğa bölümü, kavramsallaştırılan-soyutlanan-romantize edilen, hakim olmayı esas saydığımız bölümü; 'insan olmayan, dışarıda kalan'.

Yaşadıklarımız, dışarıda sayılanın hiç de dışarıda olmadığını hissettirdi (bu sadece his). Akıl yürütmeler bolluğu içindeyiz ama, modern akıl henüz bunu tam olarak kavramıyor. Bu günler, zihnimizin arkasında ya da önünde 'modern'le kapitalizmin özdeşleştiğini, aklımızın bu özdeşliğe koşullandığını anlamamıza yetecek mi?

Gündelik hayatımızda, bildiğimiz en kötü zamanlarda bile somut olarak yaşamadığımız bir yalnızlıkla yüz yüze olduğumuzu anlıyoruz (anlıyor muyuz gerçekten)? Gündelik hayatımız, olağanından uzaklaştıkça artık ne söyleyeceğini şaşırmış iktidar söylemi de kabalaşıyor. Devletle milletin özdeşliğinden, hatta bunun tersini düşünmenin suç olduğundan söz eden bir sefalete dönüşmüş halde.

Yaşadığımız ortam böylesine kabalaşmış bir dilin sahiplerince yönetiliyorsa, durumun vehametini anlamamız gerekiyor. Dilin kabalaşmasıyla doğaya yapılan muameledeki vahşet arasında bir paralellik var. Sonuna geldi diye bakılsa da akıl sınırları dışında kalan bu söylemin sahipleri, hepimizden alındığı iddia edilen güçle halen yönetiyor. 'Paralel ekmek dağıtımı'ndan söz edilebilen, ama çoğunluğun "bu nasıl bir mantık ve dildir" demediği (belki de diyemediği) bir zamanı yaşıyoruz.

Yasaklanan ekmeğe muhtaç bırakılmış, halen oyu alınmak zorunda kalınan insanı böyle bir yere koyan anlayışın, dili ve oyu olmayan doğayı nereye koyduğunu izah etmeye çok gerek var mı? Yaşananlar nasıl görüldüğünü zaten yeterince ortaya koyuyor. Gözü dönmüş bir hırsla, her şeyi pervasızca tüketerek biriktirmek!

Bugünü anlamamızın araçlarından biri olarak yabancılaşma teorileri çokça tartışıldı ama, bütün o tartışmanın dili bugün yüz yüze olduğumuz pratikle karşılaştırıldığında çok munis kalıyor. Her alanda görünür olmuş şiddeti açıklamaya yetmiyor.

Bunlar zaten hep aklımızda, gözümüze gözümüze sokuluyor ama, yeniden düşünmek zorunda kalışımın nedeni Alavara Koyu. Baharın gelişini göremediğimiz (ya da uzaktan bakmak zorunda kaldığımız bu hapsedilmiş) günlerimizde gidip Alavara'yı görmek içimizi açtı, yaşadığımızı hissettirdi ama, yapılanın şiddetini de gözümüze soktu. Cevabını bilsek de, "nereye kadar bu talan hırsı, bu şiddet; yeter artık!" demekten alamıyorum kendimi.

Buradan bakıldığında, önceki yazının (1) konusu olan 'halk sayılmama'nın, peşi sürülürse, aslında insan sayılmamaya da vardığını söyleyebiliriz. Sadece adil yargılanma hakkı ve şarkı söylemek isteyen insanların ölümü umursanmamışsa (2), derdini ölümle bile anlatamıyorsan, başka ne denebilir. İnsana reva görülenle doğaya yapılanlar, aynı kefeye konulduğumuzu gösteriyor: benden olmayan, öteki, gerektiğinde yok edilen; tepki gösterse de alt edilebilir diye bakılan...

Korona krizinin popüler hale getirdiği "doğanın intikamını aldığı" söyleminin arkasında, yaşananın olağandışılığı, yarattığı kaygı kadar, yok sayılmaya gösterilemeyen bu tepkinin doğa eliyle ortaya konulduğu düşüncesi var belki. Aynı yere konulduğu halde diğer ötekiler, insanlar henüz öyle davranmıyor, söyleyenleri işitmiyor; sorunu doğanın toptan halletmesi bekleniyor; insanın da birlikte yok olması kaygısıyla izlenerek. Daha sık duyar olduğumuz prekarya olmak nereye kadar?

Yönetilmeye bakışımızı, karşısında ne yaptığımızı sormanın ve cevabını toplumla-doğayla nasıl ilişki kurmamız gerektiğiyle birlikte vermenin zamanı hızla geçiyor! Gözbebeğimiz Alavara'nın, Alavara'dan ibaret olmadığını, onunla birlikte bize nasıl bakıldığını da gösterdiğini anlamamız ve duyumsamamız gerekiyor.

"Yeter artık!"

Güngör Erçil Kimdir, MUÇEP Nedir, Alavara Nerededir:

Güngör Erçil, Datça'ya göçmüş emekli bir avukat. Hiyerarşisiz ve doğrudan demokrasinin uygulandığı, eşitlikçi-özgürlükçü ve dayanışmacı örgütlenmelere zamanını vakfetmektedir. Kuruluşundan bu yana MUÇEP - Muğla Çevre Platformu'nda çalışan bir çevre gönüllüsüdür.

MUÇEP-Muğla Çevre Platformu

2017'de 300 civarında dernek, birlik ve dayanışma grubunun katkılarıyla Muğla bölgesinde doğanın, ortak yaşam alanlarının korunması için tüm beldelerden yurttaşlara ve sivil toplum örgütlerine açık olarak kurulan bu ortak platform, Muğla Çevre Platformu - MUÇEP adını aldı. Bu platformun temel özelliği: doğaya insan merkezli bakılamayacağı anlayışından hareketle meclisler aracılığı ile eşitlikçi-özgürlükçü ve gönüllülük temelinde örgütlenmesi, türçülüğü ve cinsiyetçiliği, hiyerarşiyi ve çoğunlukçuluğu... redetmesi, doğrudan ve etkin demokrasiyi işletmeye çalışmasıdır. Çalışma şekli olarak tüzel kişiliğe sahip değildir, siyasi partilerden bağımsızdır, kar amacı gütmez, demokrasi içinde yöresel, ulusal ve uluslararası meşru her etkinliğin içinde yer almak ve/veya desteklenebileceğini baştan kabul etmiştir.

MUÇEP'in, kuruluş amacı ve işleyiş metnine https://mucep.org/mucep-isleyis-metni/ adresinden ulaşabilirsiniz.

Alavara Koyu:

Datça'da Emecik Köyünde, Gökova Körfezine bakar. Halen 1. Derece Sit statüsünde bulunan bu alan, Datça'nın en önemli ve çeşitli bitki ve hayvan türlerine ev sahipliği yapmaktadır. Arkeolojik olarak da zengin kalıntılara sahiptir. Buranın koruma derecesi, Şubat 2020'de düşürülerek yapılaşma ve hatta maden arama ve çıkarma risklerine karşı savunmasız bırakılmaktadır. Bu alanda uzunca bir süredir, köylünün küçük ölçekte üretim yaptığı deniz kenarına yakın en değerli toprakların rant peşindeki köy dışından bazı kişilere satıldığı ve artık oranın köylülere ait olmadığı söylenmektedir. Ranta karşı çıkan Datçalı doğaseverler, kararın geri alınması için yoğun bir çaba harcamaktadırlar. Alavara ile ilgili daha detay bilgi almak üzere MUÇEP'in basın açıklamasına https://mucep.org/alavaranin-dogal-koruma-statusunu-degistiren-karar-geri-alinmalidir/ adresinden ulaşmak mümkündür.

Yürüdük anasının o masmavi kuzusu koya doğru
Bütün cesetler gibi anadandoğma bir gözyaşı
Şıp diye düştüm o iysaatlerde olsun sulara
Nefes almağa başım çıkardıkta görmez miyim Ölümü
Gökova'nın karşı Balan Tepelerine oturtulmuş kuleyi
Dante'nin Cehenneminden alıntı o Ören Termik Santralını
...
Can Yücel

Yazar Aydın Bodur
Teşekkür Can Yücel

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış