Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

K'ağıt

‘Mektep, gençlik için daima ehemmiyetlidir. Her şeyden sarfınazar o yaşlarda ömrün en azaplı meselesi olan "Ne olacağım?" sualini geciktirir.’ Ahmet Hamdi Tanpınar
Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nden

K'ağıt

Kağıtları tomar tomar kucaklayıp tekerlekli kocaman çuvallara tıkıştırırken soğuktan çatlamak üzere olan parmaklarını yüzüne doğru çevirip, “eldiven lazım bana” diye söylendi kendi kendine. Parmaklarının dili olsaydı aynı şeyi donmuş gibi kavruk suratı için söylerdi muhtemelen: “Sana atkı bere lazım, sonra sıcak bir çorba, vücuduna sinmiş o is kokusunu giderecek bir banyo, ıhlamur kaynatıp dalıp gideceğin bir uyku, kahvaltısına uyanacağın bir sabah lazım. Seni, dünyasına doğduğun o talihsiz civarların talihinden çıkaracak bir kader lazım.”

Dilsiz parmaklarını koltuk altlarına sıkıştırıp, çaresizce soğuktan korumaya çalıştı ardından. En son bu kadar askerde sızlamıştı vücudu; on beş dakikada bir nöbet değişimlerinin olduğu gecelerde zangır zangır titrerken bile zorla içtimaya çağrılan, Ağrı'dan çok Ankara'da, her şeye rağmen evinde olmak isteyen vücudu. İşte bu vücut, kendisine dolanmış parmaklara, bugünlük yeter arkadaşım, dedi. Baktı ki, vücudu takatını kaybetmeye doğru gidiyor, tek tek bütün uzuvları isyan aşamasında, son kağıt ve kartonları apar topar attı sepetine devam etti. İçi de üşümüştü; evdeki sobanın üstünde çay suyu kaynıyor olsa şu an, yanaşmış olsak yanına, ılık bir rüzgar çarpması gibi, bir bedenin içindeki serin hapisliğime güneş doğardı, ne güzel olurdu şimdi.

Aslında “Aşk ve Devrim” yan yana çok güzel bir haber. Şiirle gazel gibi. Adem ile Havva. Olmak ya da Olmamak... Keşke olsaydı. Babaannesi “eğer bir şeyi çok istersen olur”, cümlesini ne kadar çok kurardı oysa. Torunu sabah evden çıkar çıkmaz akşama kadar aynı şeyi isterdi: “Geç gelme eve, beni merakta koyma” derdi. Olmazdı ama. Devrim provaları, o kadar güzeldi ki; inanmış olmanın aşkıyla sabahlara kadar konuşup, sonrasında Ankara sokaklarında kendisi gibi bir çok arkadaşla eylemlerle dolu günlerin ışığı hiç bırakmazken onu, hiç okumadığı bildirileri de dağıtırken basın açıklamalarında aralarda görünen bir yüz; -kimseyi tutmasalar da elleri de gülüyordu sanki o kitap senin bu kitap benim alıp başını gidiyordu tutunamaz değildi düzlükteydi ama sımsıkı tutunmuştu Ankara'nın duvarlarına gecenin bir vakti başka türlü bir dünya mümkün yazıp kaçmak ne güzel okunmayacak kitap kalmasın görülmeyecek ülke olmasın yapılmayacak devrim gayri resmi derslerde gösterilsin dolu dolu hep böyle olsun bozulmasın cümleler isyan umut özgürlük bayrakları ile koşuyoruz gibi bir solukta- derken nefesini tuttu. Bıraktığında... Gençliğini de bıraktı.

Yol boyu, kafasında “bir güzel demlediği çay, ellerine dudaklarına değiyormuş” gibi eğlenirken; kendisi de Cebeci'den ev istikametine, içinde hep ukde olarak kalmış üniversite okuma hayalini
aklına düşürecek Fakülte’sinin önünden geçiyordu. Sabahtan beri dolaşmaktan helak olmuş gövdesi; kendi kadar büyük çuvalın soğuk kenar demirlerini tutmaktan, artık pek de hissetmediği elleri, etraftakileri toplamak için yeterli güçte olmamasına rağmen; Fakülte’den çıkan öğrencilere baka baka hafiften işe koyuldu. Çevrede, istiflenmiş ders notlarından orta boy kolilere, ne idüğü belirsiz bez parçalarından bina demirbaşlarına kadar düzenli

bir şekilde bırakılmış parçalar da vardı; içilip gelişi güzel bıraķılmış kağıttan çay bardakları, kola şişeleri, yiyecek jelatinleri de... Bütün bunları, daha çok da para edecek olanları, birbir heybesine yüklerken; kucakladığı bir tomar ders notunu çuvalın içine fırlatmadan önce, en üstte duran nota göz ucuyla baktı. Kocaman harflerle MİRAS HUKUKU yazıyordu. Kucağındakileri, dizlerini büküp cadde lambasının aydınlattığı duvar dibine bıraktı. Kendisine şu hayatta miras kalacak bir şeyler düşündü, bulamadı. Baş parmağıyla baştan sona bir seferde yokladığı ders notu, sayfalar yüzünün önünden bir çırpıda geçerken, arasına sıkıştırılmış sarı saman kağıtta durdu. birkaç, bir şey okudu, geçti. Eve gitmeli artık diye düşünüp, duvar kenarına bıraktığı kağıtları çuvalına yükleyerek, hayatını itekleye itekleye yoluna devam etti.

Bir sonraki günün son sınavını vermek için o gece sabaha kadar harıl harıl ders çalışmıştı. O çay senin, bu kahve benim, uykusunu kaçıracak ne varsa içti. Evin yakınındaki camiden, gecenin sonlandığını haber veren sabah ezanıyla birlikte, saatine baktı. Akşam yemeğinden bu yana, neredeyse aralıksız çalıştığını farketti. Yorulmuştu. Oturduğu yerden kalkıp cam kenarına yöneldi. Ortalık az sonra aydınlanacak; kuşlar, birer ikişer seslerini yükseltecek, kendisi de öğlen saatlerinde uyanmak üzere yatağına girecekti birazdan. Yatağına girdikten sonra, bir sağa döndü, bir sola döndü. Cık, uyuyamadı. Kalkıp, az önce baktığı cam kenarından dışarıya baktı yine. “Artık bitiyordu”
diye düşündü. “Dört senedir iyisiyle kötüsüyle geçirdiği şu üniversite hayatı bitiyordu”. Hukuk fakültesine girip okuduğu o ilk sene için, yıllar
sonra şöyle yazsa da: "bazı hikayelerin başı o kadar hızlı geçiyor ki, insanın aklında bazen sadece sonu kalıyor", bitiyordu işte. Uykusu kaçmıştı. Kalkıp ders çalıştığı masanın başına oturdu. Yarınki sınav için not tuttuğu sarı saman kağıtlardan birini çıkartıp yazmaya başladı. "Dünyanın değişmesi için ne kadar çok yazılmış kağıt var aslında. İşi rast gitmeyen kimi hayatların düzenini temize çekmek niyetinde, nice metinler. ‘Devrime odaklanıp da dansı unutmayın’ diyen nice tecrübeler; bunlar yalanlarınaydı ; ‘ah bir de doğruyu söyleseydi canımı verirdim’ deyip, ehl-i gönüle işaret eden nice vazgeçişler; o golden beri ‘Ankaragücü düzyazıdır, Eskişehirspor şiir’ yazan dizeler, ‘parmağını Şeyh Gâlip'in bir gazeline koyup bittü dedin’ diyen şiirler... Bakıp bakıp

da bunlara, ‘çok büyük şeyler mi istedim acaba’ diyorum kendime. ‘O kadar bağırırken, bir yerlerde fısıltıyı mı unutttum’. ‘Tam idrak edemedim mi aslında yaşananları’. Beraberinde mi solosunda mı kayboldum, söylediğim şarkıların. Kurtuluşum yok mu, tek başına. Hem hep beraber, ya hiç birimiz! Bu çıkmazlara, kim sürükledi ki bizi."

Nihayet eve varmak üzereydi. Üstündeki siyah kabanın altında yedi büklüm vaziyet yokuşu tırmanırken, üşümenin yerini terleme almış,
ağzı susuzluktan kurumuş, gözlerinin içi yorgun düşmüştü. Sokağa çıkan son tepeyi tırmanıp köşeyi döndü. Yakın zamanda şehre düşmüş kar kütleleri arasından çarçabuk geçip gecekondunun çamurlu bahçesinde, uzun yolcuğunun sonuna geldi. Kağıt dolu el arabasını uzun demirlerinden kavrayıp merdiven dayar gibi evin duvarına dikledi. Artık içini bunaltıp nefes almasına da mani olan kabanını apartopar çıkarıp evin önündeki sedirin üstüne fırlattı. Eşikte çıkardığı çamurlu botlarını küçük bir tahta parçasıyla temizleyip kapıyı açtı.

Yüksek önemde kontrollerden geçtiği üniversitenin giriş kapısından son kez çıkarken geride, biraz daha etrafta oyalanmak isteyen arkadaşlarını değil, gençliğini de bıraktı. “Gençlik” denilen o bahar sofrası, kiminin yaşı bitince bitiyordu, kiminin saçı bitince. Kiminin hiç başlamadan kışa odun, kiminin hiç bitmeden kara toprak. İş güç sahibi olup çoluk çocuğa karışınca kiminin, kiminin içinde "genç" kalmayınca.

Yıllar sonra yazacağı yazılardan birinde, "geride bıraktıklarımı sanki bir yere koymuş gibiyim" diyecekti. Bir kaç yıl sonra ucuna "gerçi ben oraya dönüp alamadım, keşke başkası alsa" notunu ekleyecekti. Ağacın dibindeki bankın köşesine oturdu şimdi. Ders notları da koltuğunun altından çıkıp yanına... Biraz önce az ilerdeki kantinden aldığı çay avuçlarını ısıtmasa, şu ders notlarının arasından boş bir kağıt çıkarıp da son bir şeyler yine de yazar mıydı, bunu düşünmedi. Son sınavını da büyük ihtimalle vermiş olmanın rahatlığıyla kendine döndü. Okuduğu dört yıl boyunca girip çıktığı dersler, yaşadığı bir iki aşk, sabaha kadar babaannesinin beklediği ev dışında, uğruna romantik - nostaljik düşler kurduğu politik macerasına, sakince bakabilirdi giderayak. "Okul bitince, düş'tüm." Yazmaya başladı sadece:

"Bazen bu mücadelenin karşılık bulmadığını düşünüyorum.Umutsuzluğa kapılıp değişmesini istediğim hayatların çok uzağında gezindiğimi, onların dünyasına girmeden kendi dünyamda, dünyayı değiştirmeye çalıştığımı düşünüyorum. Onlarla hareket ettiğim bazı zamanlarda bile onlar gibi hissetmediğimi, onlar gibi bakmadığımı..."

"Hızlıca geçirdiğim o ilk üniversite zamanlarıma dönecek olsam diyorum kendime, o kadar tepeden bakmamış olsaydım herşeye, büyük şeyler isterken büyük büyük kaybolmamış olsaydım..."

"Yeni bir şehir buldum Kavafis!, demesem de var‘mış gibi geçen günler, arkamdan gelen bir şey yokmuş gibi..."

"Bir şehirde yaşarken, orada olmayıp da, sonradan orada olduğunu sert bir şekilde anlamak, gençliğin bitmesine tekabül eden bir şeydi. Cevval olduğum, koşup giden zamanlarım; durulup da aynaya baktığım vakitlerim. Yeterince istedim mi: bir bir yokluğu toplayanların hanelerine güneş girecek günleri?.."

"Ben yeterince çıkamadım, çıkaramadım hanemden kendimi. Bu kağıda yazdıklarımı birazdan şu sabaha kadar çalıştığım ders notlarının arasına koyup mezunu olduğum bu okulun çıkışına bıraksam, kim evine alır ki beni?"

Dışarıdan yorgun bitkin ve üşümüş vaziyette, içeriye girdiğinde; yarın kağıt toplamayacağını aklına getirip sevindi. Üstünde yarı yırtık muşamba serili sehpaya yanaştı. Radyoyu açtı. Kanalları dolaştı

bir bir. Şöyle eğlenceli bir Ankara havası arıyordu. Pantolonunun arka cebinden, yazılı saman kağıdı çıkarıp bulduğu yazıyı okuyacaktı birazdan.

"Belki de sadece aramak ve bütün kapıları çalmak kafidir"

Ahmet Hamdi Tanpınar Beş Şehir’den

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış