Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Kadın Dayanışma Vakfı Ebru Hanbay ile Röportaj

Kadın Dayanışma Vakfı Ebru Hanbay ile Röportaj

Solfasol kadın ve kent temalı bir dosya hazırlamaya karar verdi. Bu bağlamda vakfınız ile görüşmek istedik. Çünkü kadın hareketinde ilk örneklerden biri olduğunu biliyoruz. Öncelikle, böyle bir vakıf kurma fikri nereden çıktı, nasıl gerçekleştirdiniz?

Aslında vakfın kökeni 1987’de Ankara’da oluşturulmuş olan Kadın Tartışma Grubu’na dayanıyor. Özellikle 12 Eylül’den sonra, sol hareket içerisinde bulunan kadınlar –kimisi cezaevi tecrübesi yaşamış, kimisi kendi örgütünde sorunlar yaşamış- 12 Eylül’ün o durgun atmosferinde bir araya gelmeye başlıyorlar. Konuşmaya başlıyorlar ve 80 öncesi hiç konuşmadıkları konular gündeme geliyor: Kadın kimliği, kadın bedeni, örgüt içerisinde yaşadığı şeyler –hatta işkence deneyiminde kadın olmak- kendilerine ve birbirlerine itiraf etmedikleri şeylerin aslında ne kadar ortak olduğunu anlıyorlar. Bu tartışma grupları giderek daha kalabalık bir hale geliyor ve tartışmalarını sürdürüyor. Kadın bedeni, özel alanın politikliği tartışmalarından sonra özellikle kadına şiddet üzerinde durmaya başlıyorlar. Şöyle bir şeyi fark ediyorlar: Aslında toplumun kurtuluş mücadelesinde yer alıp kendini diğer kadınlara göre kurtarılmış gören kadınların bile hareketin içerisinde, kendi özel ilişkilerinde, ailelerinde şiddet yaşadığının; bunun aslında hiç de bireysel bir problem olmadığının, pek çok kadının bunu yaşadığının farkına varıyorlar ve aile içi şiddeti sorgulamaya başlıyorlar. Fakat bu sorgulamanın ötesinde, sadece bunu tartışmış olmak, bunu ortaya çıkarmak değil, bir şeyler de yapmak gerekiyor. Bu farkındalığı hem yaygınlaştırmak lazım, hem de bu durumdaki kadınlar için bir dayanışma ağı kurmak gerekiyor. Böylelikle şunu düşünüyorlar: Dünyada nasıl mekanizmalar var? İşte bunlardan bir tanesi kadın dayanışma merkezi, bir diğeri sığınma evi. Türkiye’de maalesef bu mekanizmaların olmadığını görüyorlar, kadın örgütlerinin de gündeminde çok olmadığını fark ediyorlar. Bunun üzerine ilk defa Ankara’da kadınlar, 1991 yılında Kadın Dayanışma Merkezi’ni açıyorlar.

 

Bu noktada yerel yönetimler ile ilişkileniyorlar mı?

 Bu çalışmayı yaparken bunu bir yerel yönetimle yapmak istiyorlar. Çünkü o zaman şu da gündemde: Aslında merkezi yönetimler olsun, yerel yönetimler olsun kadın sorununu hep öteliyor –hala- ikincilleştiriyor, oysaki hizmet sunduğu nüfusun yarısını kadınlar oluşturuyor. Kadınların sorunları var, buna yönelik hizmet üretmek zorundalar, kaynak ayırmak zorundalar. Bu bağlamda Altındağ Belediyesi ile bir işbirliğine gidiyorlar. Belediye Meclisi üyesi kadınlar ile başkanın eşi ile iletişim kuruyorlar. Belediye sosyal demokrat bir yapıda, yeni bir belediye anlayışı ile seçilmiş olması gibi faktörler de bu işbirliğinde etkili oluyor. Fakat kadın danışma merkezini açtıktan sonra şunu fark ediyorlar, sadece merkez yetmiyor çünkü bu kadınlar şiddete uğruyor, çıkıp terliği ile gelen kadınlar var. Bu kadınların bir yerde kalmasını, güçlendirilmesini sağlayacak bir mekanizma yok, sığınma evleri yok. Böylece, 93 yılında bağımsız bir kadın örgütü ile yerel yönetimin ilk işbirliğini oluşturan sığınma evini Ankara’da açıyorlar. Bunu açarken bir takım protokoller gerekiyor. Bu da o güne kadar bağımsız kadın örgütü olan kadınların kurumsallaşmasını gerektiriyor. Bunun sonucunda vakfı kuruyorlar. Sonrasında sığınma evi çalışmaları, danışma merkezi çalışmaları belediye ile beraber yürütülüyor ama belediye iç işlerine hiç karışmıyor. Kaynağını veriyor. Tamamen Kadın Dayanışma Vakfı’ndaki gönüllü kadınların emeğiyle gidiyor bu işler

Finansman olarak mı belediye destek oluyor?

Evet. Binayı veriyor, ısınmasını, elektriğini, suyunu karşılıyor. Kadınlar bu deneyimi yaşarken şunu da fark ediyorlar: Çevremizdeki yerel kaynakları biz nasıl lehimize kullanabiliriz? Gidip büyükşehirden buradaki kadınların ücretsiz ulaşımı için ego kartları alınıyor, eczanelerle görüşülüp kadınlar için ilaç sağlanıyor, hastane ile görüşülüp kadınlar ve çocukları için tedavi protokolü sağlanıyor, çevre kreşlerle görüşülüp sığınma evinde kalırken çalışan kadınların çocukları için kreş hizmeti alınıyor. Bunun gibi, kadınların etraflarındaki yerel kaynaklara farklı gözle baktığı, bunları kullanmaya yönelik farklı bir süreç gelişiyor.

Peki yerel yönetimlerle ilişki nasıl seyir izliyor?

Birkaç yıl sonra yerel yönetim seçimleri geliyor. O yönetim gidiyor, Refah-Yol döneminde oraya bağlı bir belediye başa geliyor. Protokolü tek tara&ı fesh ediyor, desteğini kesiyor, sığınağın elektriğini, suyunu kesiyor. Kadınlar bunu kendi üzerlerine alarak açtırmaya çalışıyorlar. Bu defa da binadan çıkmaya zorlanıyorlar. Kadınlar binadan çıkmak istemiyor, belediye de yayınlarında sığınağın yerini ifşa ediyor. Bunun üzerine kadınlar can güvenliği tehdidi ile binadan çıkılması gerektiğini düşünürken, belediye görevlileri bir gece vakti çatıdan görevliler indirerek binaya girmeye çalışınca orada kalınamayacağı düşünülüyor. Kadınların kendi gayretleri ile bir bina satın alınılıyor. Bu binaya taşınılıyor ve bir yıl kadar böyle gidiyor sığınma evi. 97’ye kadar Kadın Dayanışma Vakfı tek başına sığınma evi çalışmasını yürütmeye çalışıyor. Bu çalışmanın içinde olanlar bilir, bu çalışmayı yürütmek çok zordur, hem mali hem manevi bakımdan. Çünkü şiddete uğramış kadınlar zaten bir travma ile geliyorlar, pek çok hizmet alanı gerekiyor: Psikolojik destek, hukuksal destek, güçlendirme hizmetleri, davalarının takipleri, çocuklarının okulu, hastalıklar, hamile kadınlar oluyor. Ayrıca sığınma evinde çalışacak personel gerekiyor. Oysa ki kadın örgütlerinin/vakı&arının parası yoktur –hala öyledirhep gönüllü hizmeti ile gider. O dönemde de dışarıda çalışıp, mesai dışında orada kalan kadınlar sığınma evini gönüllü yürütüyorlar. Bir süre sonra maddi ihtiyaçları karşılayamıyorlar ve “ne yapalım?” diye düşünüp, bir işletme açıp, oradan gelen parayı sığınağa aktarmayı düşünüyorlar. Emek Mutfağı diye bir restoran açıyorlar. Fakat orası da bir yıl sonra i&as ediyor. Topladıkları harçlıklarla, kermeslerle 97’e kadar açık tutuyorlar. 97’e geldiklerinde ise vakıftaki kadınlar madden ve manen tükendiklerinden sığınma evini kapatmak zorunda kalıyorlar. Sonrasında 2001 yılında Yenimahalle Belediyesi ile birlikte kendi binamızda sığınma evi deneyimini tekrar yaşatmaya başladık. Fakat yine aynı senaryoyla bir yıl sonra tekrar yerel seçimler oldu, Ak Parti geldi. O da tek tara&ı protokolü feshetti. Biz kalan kadınları güvenli bir yerlere yerleştirinceye kadar açık kaldık, sonra da kapandık. Sığınma evinin kapanmasından sonra vakfın çalışmaları devam ediyor tabii ama bunun verdiği büyük bir hayal kırıklığı ve üzüntü var. Fakat yapılması gereken birçok iş var. Özellikle aile içi şiddet konusunda çalışmalar yapıyorlar. Türkiye’de aile içi şiddetle ilgili ilk istatistik çalışmalarından bazılarını Kadın Dayanışma yapmıştır. Sosyo-ekonomik düzeyi orta ve alt-orta gruplardan kadınlarla şiddet algısı üzerine araştırmalar yapıyorlar. Mahalle toplantıları düzenliyorlar.

Ankara’nın hangi mahallerinde yapılıyor bu araştırma?

Altındağ, Mamak, Yenimahalle gibi gecekondu mahallerinde yapılıyor. Buralarda kadınların % 97 oranında şiddet gördüğü ortaya çıkıyor. Tabii bu rakam çok yüksek bir rakam ve birçok resmi kurum bunu tanımıyor. Bugün biraz sarsılmış olsa da eskiden daha güçlü olan şöyle bir inanç var: Şiddet sadece okumamış, yoksul kadınların sorunudur ama kendini kurtarmış kadınlar şiddet görmez. Oysa ki vakıf danışma başvurularında şunu görüyor: Hiç de öyle değil.

Aslında ben de bunu soracaktım, hangi gruptan kadınlar başvuruyor size, hangi mahallelerden aşağı yukarı?

Şimdi şöyle, daha çok sosyo-ekonomik düzeyi orta ve ortanın altında olan kadınlar. Ama polis bir kadın, hakim bir kadın, milletvekili eşi gibi başvuran kadınlar da var. Zaten bu algıyı ortaya çıkartmak için daha sonra bu araştırma sosyo-ekonomik düzeyi orta ve orta üstü kadınlar arasında da yapıldı. Orada da şiddet görme oranı % 70lerde çıkıyor. Ama şöyle bir fark var: sosyoekonomik düzeyi düşük kadınlar bunu çok daha rahat ifade edebiliyorlar. “Kocam beni dövdü, bana tokat attı körolasıca” diyor, sürekli küfür ediyor. Ama sosyoekonomik düzey yükseldikçe bunu konuşabilme çok daha azalıyor. Şimdiki başvurularda da görüyoruz bunu, kadınlar sanki bunu yakınlarındaki birinin başına gelmiş gibi anlatıyorlar. Daha bir saklama eğilimi içinde oluyorlar.

Gidilen mahalleler nasıl seçiliyor, daha çok hangi mahallelere gidiyorsunuz?

Bir proje bağlamında maalesef yapabiliyoruz. Hedef grubumuz eğer gecekondu mahalleleriyse, sosyoekonomik düzeyi düşük kadınlarsa bu mahalleleri seçiyoruz. Orta sınıf ya da karışıksa farklı mahallelere gidiyoruz. Ya da halk eğitim kurslarına, toplum merkezlerine gidiyoruz, kadınların yoğun olarak toplandığı alanlara. 1FLƌ

Peki vakfa nasıl geliyorlar, tanıdıklarında mı duyuyorlar?

En çok bilinmeyen numaralardan (operatörler)gelen kadınlar oluyor. Sığınma evi denildiğinde bile vakfa yönlendiriyorlar. Polis merkezleri yönlendiriyor buraya. Bunların dışında yıllardır var olan bir kurum olduğu için tanınıyor, diğer kurumlar bize yönlendiriyor. Daha önce bize başvuran kadınlar çevrelerinde aynı durumda olan kadınlara buranın adresini veriyor. Bazen görsel/yazılı medyada iletişim bilgilerimiz çıkıyor, oralardan ulaşıyorlar. Son dönemlerde internetten arayıp başvuranlar da çok.

Son olarak şunu sormak istiyorum, kadına yönelik şiddetle mücadelenin güçlendirilmesini yerel yönetimler bazında düşünürsek, önerileriniz nedir?

 Mesela sığınma evine yerel yönetimler sıcak bakmıyor çünkü reklamını yapabilecekleri bir şey değil. Seçim yatırımı gibi görmüyor. Geçmişte de vardı, bugün de devam ediyor, sığınma evleri sanki aileleri parçalayan, boşanmaları arttıran bir yermiş gibi algılanıyor. Daha -tırnak içinde- ahlaksız kadınların kaldığı bir yer. Belediyeler bu yüzden açmak istemiyor. Yasalarla şimdi mecburiyet konuldu ama daha öncesinde de vardı. Durum ortada. İleride bilmiyorum neler olacak ama daha kesin yaptırımların gelmesi gerekiyor. Sadece sığınma evlerinin de açılması yetmiyor, öyle evler açılıyor ki kadınlar için cezaevi gibi. Oysaki sığınma evleri yaşam alanları olmalı kadınlar için. Güçlenerek çıktığı, savaşmayı öğrendiği… O yüzden ev açma değil, bunun denetlendiği, sadece devlet tarafından da değil bağımsız sivil toplum örgütleri, üniversiteler tarafından oluşan denetleme mekanizmalarının oluşması gerekiyor ki, gerçek sığınma evleri olsun. Tablo kötü ama şunu da unutmamak lazım, bugün bunlar konuşulabiliyorsa, devlet istese de istemese de bazı şeyler yapmak zorunda kalıyorsa bunda Türkiye’deki kadın hareketinin, kadın örgütlerinin tek tek bağımsız kadınların çok emeği var. Evet, yapılacak çok şey var ama kadın tarihi mücadele tarihi.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış