Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Kızılay Eryaman arası Ağda Özgürlüğü

Kızılay Eryaman arası Ağda Özgürlüğü

Kızılay’ın her zamanki kalabalığında, sokaktaki insan selinde kendimi konumlandırmaya, yolumu bulmaya çalışıyorum… Yüksel’den Selanik’e, Meşrutiyet’ten Güvenpark’a kafamı ne zaman kaldırsam, sayısız müesseseyi bünyesinde barındıran binaların her birinde en az bir kuaför tabelası çarpıyor gözüme… Her kuaför camında da içinde bir ağdacının bulunduğunu belli eden fiyat listeleri… Daha önce bir tanıdıktan duymadıysam methini, dışarıdan baktığımda orada, o binanın içinde bir ağdacı olduğunu bilmenin tek yolu bu listeler… Daha fazlasını görmek zor, zira kıl-tüy işleri nesillerdir herkesten ‘saklı’ yapılır. Kadınlar kapalı kapılar ardında güzelleşir de ‘kamusala’ öyle karışır. Fiyat listelerini takip ederek bir kuaföre giriyorum, aşağı yukarı benim yaşlarımda olduğunu tahmin ettiğim bir kadın açıyor kapıyı; “Şey, ağdacı burada mı?” Tam da böyle başlıyor Ayşe ile tanışmamız. Kocaman camlarıyla gün ışığını sonuna kadar hissettiğiniz kuaför kısmını geride bırakarak, gün ışığından nasibini almayan ağda odasına geçiyoruz. Bir kapıyla diğer alanlardan ayrılan bu odada günün hangi saatini yaşadığımızı anlamamızı sağlayan tek şey duvardaki saat. Pek çok kuaförde olduğu gibi burada da ağda yapılan bölüm en kuytu köşeye iliştirilmiş. Doğduğumuzdan beri saklamamız gerektiğini öğrendiğimiz ‘kıymetlimizi’ hemen şuracıkta açacak değiliz ya?

Ayşe 28 yaşında genç bir kadın. Üniversiteye gitmeyi istemiş ama tam o sırada açılan bir güzellik kursuyla tüm planları bir çırpıda değişivermiş. “Zaten elim yatkındı” diyor, “kursa gittikten sonra iyice öğrendim bu işleri, üniversiteye gitmek yerine çalışmaya başladım.” 10 yıldır bu işi yapıyor Ayşe, işinin zor olduğunun farkında… “Çeşit çeşit insan var neticede, ee tabii çeşit çeşit de kadın hepsiyle farklı dilden konuşmak, anlaşmak gerek ama hepsinin ortaklaştığı yer bu oda” diye de ekliyor. “Memur olsun, temizlik işçisi olsun hepsi derdini anlatır bana, bir nevi Güzin Abla oldum burada.” Öyle değil mi ya, kadın olmak harici bütün kimliklerimizden arınıp girmiyor muyuz o odaya? Güzel olmayı hede%eyen ‘bir bütünün parçaları’ olmuyor muyuz bir anda? Üzerindeki ‘fazlalıklardan’ arınmaya gelen bir grup kadın olarak pek çok noktada ortaklaşmıyor muyuz? Kaşların şeklinden başlayan konuşma, dertlere, aşklara, sorumluluklara ulaşmıyor mu? Bir nevi bilinç yükseltme grubu değiliz de neyiz?

Tüm bu kadın çeşitliliğinden bahsetmiş, yerleşkemizi Ankara bellemişken, burada öğle tatilinin tanımı diğer pek çok şehirden farklı bir anlama gelir. Çünkü devletin çalışanları için belirlediği zaman dilimleri, Ankara’da sadece onların değil, bütün şehrin zamanı oluverir bir anda. Öğle arasına sıkıştırılan bir kaş-bıyık-ağda eylemi, o devlet memurunun kendi mevzusu olmaktan çıkar, bu eylemleri gerçekleştiren kadının, günün en yoğun zamanını öğle arası olarak tanımlamasına sebep olur. “Daireye geçmeden bir el atsan şu kaşları bir halletsek” diyen bir kocaman grup, Ankara’nın memur kentişanını pekiştirmez de ne yapar?

Bir kadının bir şehirle kurduğu ilişki nerede başlar? Alış verişe çıktığında mı? Eğlenmeye gittiğinde mi, eylemlerde sokaklara döküldüğünde mi? Biraz hepsinde, biraz hiçbirinde belki… Haftanın altı günü ilk otobüsle başladığı maratona, akşamın bir vakti eve yorgun argın dönene kadar devam eden bir ağdacı kadın Ankara’nın neresine ilişir, nereleri kendine mekan eyler? Tam da bu noktada, Ayşe’nin Ankara ile kurduğu ilişki kendine yarattığı özgürleşme alanlarıyla paralel aslında. Melih Gökçek’in bertaraf ettiği Ankara trafiğinde, ‘Oradan Eskişehir’e gitmek daha kolay’ suçlamasını hak eden Eryaman’dan Kızılay’a gelmek, her gün yeniden başlayan bir maceraya atılmak demek. Eve yakın çalışmanın avantajları olduğunu kabul etse de, Ayşe bu uzak olma haline hayran. “Eryaman’da çalışsam babam her öğlen yemek getiriyor, iş yerine geliyor. Burada rahatım, işten çıkınca bir yarım saat, bir saat Karanfil’de, Konur’da arkadaşlarımla oturuyorum, sohbet ediyorum” diye anlatıyor. İş-ev uzaklığı kısıtlamıyor onu, yorulduğu kesin ama kenti deneyimleme yolu başkalaştıkça, evden gelen baskılara direniş yolu artıyor. Patriyarkanın tüm gücüyle sınırlamaya çalıştığı kadın-kent ilişkisi, kapitalizmin muhteşem sömürüsüyle birleşmişken, sahip olunan tek tatil gününde evlere ağdaya giderek açılması hayal edilen dükkan için para biriktirmeye çalışılırken, Ayşe’nin özgürleşmesinin başladığı yer belki de tam bu mekansal uzaklıkta.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış