Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Tarımsal Çöküşün Gizlenemez Çıplaklığı

Çocukluğumuzun hayalleri arasında hâlâ ezberimizde kalan meşhur bilgiler vardır. Bunlar biri olan ”Türkiye’nin tarımsal üretimde Dünyada kendi kendine yeten 7 ülkeden birisi olduğu” bilgisini yayan ders kitabının yazarı, saman ve soğan ithalatı yapıldığı bu dönemi hayal bile edememiştir.

 Tarımsal Çöküşün Gizlenemez Çıplaklığı

  1. Hemen hepimizin bildiği meşhur bir türküdür “Çökertme”: “Kolcular geliyor Halilim nerelere kaçalım” dizesindeki umutsuzluk, ”Teslim olmayalım Halilim aman kurşun saçalım” dizesinde isyan vardır. Osmanlının artık tamamen kesilmeye başlayan nefesi, ödeyemeyeceği belli olan borçlarının altında iyice tükenmektedir. Günümüzün varlık fonuna benzeyen ikinci bir devlet hazinesinin kurulması ve devlet borçlarının bu şekilde tahsil edilmesi fikri, çaresiz devlet yönetiminin itirazlarının ötesine geçerek vücut bulmuş ve Cihan Padişahı II. Abdülhamit Han’ın yönettiği cihan devletinde Duyun-i Umumiye kurulmuştur.

1881 yılında açılan Duyun-i Umumiye Osmanlıdan alacaklı olan devletlerin doğrudan borçlarını tahsil ettiği kurum olarak başlar çalışmalarına. Ancak ekonomi o kadar kötüdür ki, ilk 6 sene kayda değer bir tahsilât yapamaz. Başka yollar aranır. Döneminde Osmanlı sınırlarında üretimi dağıtımı ve tüketimi denetlenemez bir ürün olan tütün, tarımından kaçakçılığına, alım satımından tüketimine kadar gayri resmi bir yolda yürümüştür. Tütün ticaretinin denetim altına alınması için Duyun-i Umumiye’ye bağlı olarak “ Tütün Reji idaresi” kurulur.

 Artık tütün kaçak olmaktan çıkarılmaya çalışılır, Reji idaresi denetiminde savrulmalıdır dumanı. Ancak zordur, Diyarbakır’dan Adıyaman’a, Gümüşhacıköy’den Tokat’a oradan Ege’ye uzanan tütünün, ayakta bile duramayan Osmanlı tarafından denetlenmesi mümkün değildir. Reji idaresine bağlı olan ve sınırsız yetkilere sahip bir yapı gereklidir. Kolcular bu şekilde hayata geçirilmiştir. Silahlı, maaşlı ve dokunulmaz. Maaşları özel çıkarılan vergiyle tahsil edilen ve asıl işleri her türlü yetkiyi ya da yetkisizliği kullanarak tütüne ait her şeyi reji defterine kaydettirmek olan kolcular için para, o gün de günümüzdeki gibi insan hayatından daha değerlidir.

Çok sonraları hafızalarımızın olanca güçsüzlüğüne rağmen hepimizin hatırladığı ve kapatılan, verimsiz üretim bahanesiyle özelleştirme adı altında talan edilen, kamu kurumunun peşkeş çekilmesi olarak gördüğümüz ama aslında bizi topraktan koparmaya çalışan GATT, MAI gibi anlaşmalarla bizleri topraktan, hâsılı yaşamdan koparmaya çalışanlarca yok edilen TEKEL, 1923 yılında kurulana kadar da Reji idaresi ve Kolcular zulmü devam etmiştir. Ürettiği tütünü Reji İdaresine değil de İstanköy`de satmaya çalışan Ege çiftçilerine kaçakçılık yapan Halil Efe’nin ve arkadaşı İbrahim Çavuş’un ölümü üzerine yazılan Çökertme türküsünden de öğrenebildiğimiz gibi kolcular ellerindeki yetkiler ile birer ölüm makinesine dönüşmüşlerdi.

Şöyle ki sadece 1901 yılı kayıtlarında kolcuların öldürdüğü insan sayısı 20.000, aktif olarak zulmettikleri 41 yılda ise toplamda 60.000 dir. II. Çocukluğumuzun hayalleri arasında hâlâ ezberimizde kalan meşhur bilgiler vardır. Bunlar biri olan ”Türkiye’nin tarımsal üretimde Dünyada kendi kendine yeten 7 ülkeden birisi olduğu” bilgisini yayan ders kitabının yazarı, saman ve soğan ithalatı yapıldığı bu dönemi hayal bile edememiştir. Günümüzde rüyadan uyanmış olarak gerçeğin çölünde, toprağımızın ve suyumuzun elimizden kaçıp gittiğini izliyoruz.

Her şey hızla metalaşıyor. Doğadan kopuşumuzu ormanlarımızın, meraların ve Roma hukukunda “hiç kimseye ait olmadığı” tescil edilen suyun artık şirketlere ait olmaya başladığını korku filmi izler gibi izliyoruz. Doğa intikamını kuraklıkla, küresel ısınmayla, bağrında hep var olmuş olan bitki ve hayvanların ve aslında bizim yok oluşumuzun sinyallerini vererek alsa da kapitalizm ve dizginlenemeyen kâr hırsı kendi sonu ile birlikte tüm canlıların sonunu getirecek pervasızlıkta doludizgin ilerliyor. Tanzim satış noktaları ile tanışmamız son dönemde hepimizin hissettiği tarımsal çöküşün tescili oldu. Geçmiş yıllara göre ortalama iki kat artan ürün fiyatları temel beslenme ihtiyaçlarımız bile birer lüks haline getirdi. Hükümetin genel yaklaşımı ise bu işin sorumluluğunu gıda teröristlerine yüklemek oldu.

Daha evvelinde soğan stokçusu olarak suçüstü yaptığımız bu yeni teröristler! Bırakın güvenli gıdaya, güvensiz olanına bile ulaşamamamızın sorumlusu ilan edildiler. Devlet gayet büyük bir ustalıkla kendi sorumluluğunu gizleyerek biberin patlıcanın kaç kurşun ettiğinin hesabını yapmaya itti bizleri. Fakat aç karınların gurultuları hamasileşen bu lafları bastırmış olacak ki yoksulların iliklerine kadar hissettiği kriz, yerel seçimlerin kaderini dahi belirledi. Tarımsal çöküş artık gizlenemez çıplaklığıyla ortalıkta duruyor. Uzun yıllardır duymadığımız kendine yeten yedi ülkeden birisi olduğumuz hikâyesi, ne yazık ki mutsuz bir şekilde sonlandı. Aslında bu yaşadıklarımızın asıl hikâyenin fragmanı olduğunu belirtmeliyiz.

Tarımsal girdi olarak adlandırdığımız tarımsal ürünlerin tohumu, toprak işlemede kullanılan çeşitli ekipmanlar, mazot ve gübrenin fiyatı bir önceki yılla karşılaştırıldığında tablo az çok netleşecektir. Örneğin geçen sene kullanılan DAP gübresi fiyatının 1,20 TL’den, ekim döneminde 3,80 TL’ye yükselmiş 2018’de hasat edilen üründe kullanılan mazot 4,80 TL iken bu sene hasat edilecek ürün için kullanılan mazot dönem başında 6,35 TL’den satılmıştır. Çiftçiler bu durumu ancak borçlanarak aşmaya çalışmış ancak girdi fiyatlarındaki artışla baş edebilecek satış fiyatları ve aracıların payı tüketicilere pahalılık olarak yansımıştır.

Maliyetteki yükseliş yaklaşık olarak %55 olmuştur. Tarımsal üretimin bu şekilde gitmeyeceği mızrağın çuvala sığmadığı çok açıktır. Tarımda köklü değişikliklere gidilmesi çok yakıcı bir halde ortada durmaktadır. 2003 yılından beri aynı iktidarın yönetiminde olan tarım her geçen sene bir öncekinden daha da kötüye doğru gitmektedir. Bu kötü gidişe karşı çeşitli önlemler alınmaya çalışılsa da her önlem sorunu daha da büyütmekten öteye geçememiştir. Örneğin kırmızı et fiyatlarının artışının asıl sebebinin artan maliyetler olduğu ortadayken bu maliyetleri düşürecek önlemler alınmak yerine et ithalatı yapılarak fiyat artışlarının önüne geçilmeye çalışılmış, bu durumun sonucu ithal etle rekabet edemeyen küçük üreticiler piyasadan daha hızlı çekilmeye başlamış, et üretiminde hammadde açığı büyüdükçe piyasaya et arzı azalmıştır. Yeterli üretim olmadıkça çözüm yurtdışından daha fazla et getirilmekte aranmış ve bunun neticesinde yerli üretim daha da azalmıştır.

Bu kısır döngüyü hızlandıran başka bir unsur da büyüyen ekonomik krizin sonucu olarak pahalı da olsa kaliteli ürün alma yönünde oluşan tutumun tüketim gücünün düşmesiyle kadük kalmasıdır. Şöyle ki, ESK aracılığıyla ithale dilen Karkas et, 28 TL’ye mal edilirken tüketiciye doğrudan pazarlanmak yerine Bim, A 101 ve Migros zincir marketlerine 19 TL’den verilip tüketiciye gene 28 TL’den ulaştı. Aradaki farkın nereden karşılandığını sanırım herkes tahmin edecektir. Ucuz et macerası yurttaşlara kaliteli et olarak değil şirketlere kâr olarak yansıtıldı. Tercih vatandaşın ucuz gıdaya ulaşmasına değil şirket kârından yana yapılmış oldu. Yanlış anlaşılmaların önüne geçmek üzere şu notu düşmek gereklidir.

Mezbaha sisteminin yarattığı yabancılaşma ve canlıları tüketim nesnesi olarak gören türcü ve endüstriyel yaklaşım bizden uzaktır. Üstteki paragrafta bahsettiğimiz şey haliyle böyle düşünmeyen-düşünemeyecek olan yaklaşımın çözüm önerisi olarak getirdiği şeyin bile çözüm olamadığına dair durum tespitidir. III. Bir gecede değişen hayatların varlığının devam ettiğini 12 Eylül sonrasında da OHAL dönemi boyunca bizler, KHK tehdidi ile tekrar tekrar hatırlamıştık. Ancak bir gecede değişen bakanlık yapısı, gerçeği söylemek gerekirse bizler için bile sürpriz oldu. Kamu faaliyetlerinin serbest piyasa faaliyetlerinden en önemli farkı ilkinde temel gayenin kamu hizmeti olup kâr merkezli olmamasıdır(olmamasıydı).

Gece hareket eden son otobüsün yolcu sayısının az ya da çok olması otobüsün seferinin varlığı için temel etmen olamaz. Tabii ki Melih Gökçek gibi şahsiyetlerin dinozor ya da Transformers takıntısı ile yaptığı “kamu hizmetlerinin“ kamu hizmeti olmadığının farkında olarak bu cümleyi kuruyoruz. Aslolan kâr üretmeye çalışmadan kamunun bütününe hizmet verebilmektir.

 Kamunun görev, yetki ve sorumlulukları piyasanın insafına terk edilemeyecek kadar mühimdir. Herkese ait olanın herkeste kalabilmesi bir avuç seçkinin avuçlarını ovuşturarak buradan kazanacağı kârı düşünmesinin tam karşısında uzlaşamaz bir yer alır. Ülkeyi bir anonim şirket gibi yönetmeyi planlayanlar bizleri pek de şaşırtmayan bir yaklaşımla, eğitimi özel okul patronuna, sağlığı özel hastane patronuna, ekonomiyi damada, turizmi ise tur firması sahibine verdiler.

Tarım ise çok uluslu bir tarım firmasının temsilcisi olan ama asıl faaliyeti Telekom firmasında çalışmak olan Sayın Bekir Pakdemirli ’ye teslim edildi. Tarımla ilişkisi çocukluğunda zeytin bahçesi sahibi olan ve içerisinde hobi amaçlı hayvanlara sahip bir aileye mensup olmasıydı. Zaten kendisi de Tarım Bakanı olarak seçilmesine şaşırdığını tüm samimiyetiyle defaatle belirtmişti. Aklımızda oluşan soru ise var olan tarım sisteminin yabancısı olan bir şirket çalışanının tarıma getireceği yeniliklerin ne olabileceğiydi. Neticede var olan paradigmanın dışından sürece dahil olan bir anlayışın geçmişin tortularından bağımsız olarak karar verme şansının olması çok küçük de olsa bir ihtimaldi. Bu ihtimal gerçekleşmedi tabii ki.

Tarım ve Orman Bakanlıklarının birleşmesiyle oluşan yeni bakanlıkta değişen hiçbir şey olmadı. Tabii bakanın daha önce çalıştığı telekomünikasyon şirketinden birkaç kişinin bakanlıkta etkin karar verme yetkisiyle yanında çalışmaya başlaması hariç. Duyduğumuzda hepimizi şaşkına çeviren, tüm il Tarım ve Orman Müdürlerinin bahsedilen şirket yetkililerince mülakata alınıp bu mülakattaki performanslarına göre görevden alınması gibi olaylar vakayı adiyedendi. Yapılmaya çalışılan ve ölü doğacağı peşinen belli olan tüm reformlar kaçınılmaz sonla yüzleşti. Ucuz et için yapılan müdahale, eti daha da pahalı hale getirdi.

 Süt fiyatlarına yapılan cüzi artışla (25 krş) süt fiyatları 2 TL oldu ancak yeme gelen zamlar “süt-yem paritesinde”( 1 kg sütle 1.3 kg yem alınabilmesi kuralı) olumlu hiçbir değişikliğe yol açmadı. Buğday, arpa, soğan patates, soya, mısır, ayçiçeği ve hatta saman gibi çoğu gen kaynağının menşei olunan ürünler sıfır ithalat vergisiyle ülkeye girmeye başladı. Buğday hasadının hemen başında 85 kuruşa satılabilen buğdayın kg fiyatına karşılık 1.38 TL masrafla ithalat yapıldı. Piyasayı regüle ederek üreticiyi korumak maksadı olan TMO ve ESK gibi kuruluşlar tamamen işlevsiz halde sembolik yapılar olarak kaldı. Hatta mevcut ithalatlar bu kurumlar üzerinden yapılmaya başlanarak üretimi bitiren yapılar haline dönüştürüldü. Kırdan kente göçü engellemek amaçlı yapılan Genç Çiftçi projesi birkaç 3. sayfa haberi dışında silinip gitti.

 Projeye hayvan sağlayacak olan ve ihalesiz bir biçimde teminatçı firma olarak seçilen şirketin usulsüzlükleri nedeniyle neredeyse tüm yönetiminin tutuklanmasına rağmen, Bakanlığın bu konudaki hataları tartışılmadı bile. Et ve Süt Kurumu’nun “2017 Yılı Sektör Değerlendirme Raporu’na göre, canlı hayvan ihracatı tamamen sıfırlanırken, 2017 yılında küçükbaş canlı hayvan ithalatı % 4581 oranında, Büyükbaş hayvan ithalatı ise %72 olarak gerçekleşti. Kasaplık ithalatı büyükbaş için % 397, damızlık küçükbaş ithalatı ise % 757 oranında arttı. 1990 yılında 27 milyon 856 bin hektar olan tarım alanları, 2017 yılında 23 milyon 375 bin hektara geriledi.

TUİK verilerine göre 2017 yılında toplam nüfusun %92,5 il ve ilçe merkezlerinde yaşarken yalnızca %7,5’luk bir oranın belde ve köylerde yaşadığı anlaşıldı. Yaşamlarımız Kropotkin’in deyimiyle Az miktarda Tüketen Üreticiler ve Az Miktarda Üreten Tüketiciler olarak bölündü. Var olduğu düşünülen “kırda yaşayanların kentte yaşayanları besleyeceği” öngörüsü üzerine kurgulanan işbölümü kadükleşti. Çiftçi özel bankalar başta olmak üzere sözde çiftçi kuruluşları olan Ziraat Bankası ve Tarım Kredi Kooperatiflerine borçlanarak ayakta kalmaya çalıştı. Son iki kuruma olan borçların yaklaşık 6 senedir hatırı sayılır bir faizle erteleniyor olması, kitlesel iflasların önünü kesse de üretimin artmasına çözüm olamadı.5488 sayılı Tarım Kanunu’na göre Gayrisafi Milli Hâsılanın %1’inden az olmaması koşulu ile verilmesi gereken tarımsal desteklemeler genelde seçim rüşveti olarak kullanılmasına rağmen ne alanı ne vereni memnun edebildi. IV. Çinlilerin meşhur bedduası “ilginç zamanlarda yaşayasın” tam da bu günleri tarif etmek için söylenmiş olmalı.

Şöyle ki, tüm bu karamsar tablonun üstüne Hazine ve Maliye Bakanınca açıklanan Ekonomik Reform Paketi tarımda yeni bir serüveni getirdi hayatlarımıza. Tesadüfler silsilesi sonucu önce tarımla ilgili sitelere, sonra merkez medyaya (havuz medyası hariç) düşen bir haber büyük bir şaşkınlık yarattı; tarımda ekonomik reform çalışmasının sonucu olarak; “Tarımda Milli Birlik Projesi”. Bu projeye göre özetle, Tarım ve Orman Bakanlığı, taşra teşkilatı ve Tarım Kredi Kooperatiflerinin % 35, bakanlığa bağlı kuruluşların (TİGEM, TMO, ESK, ÇAYKUR, AOÇ vs.) %15 ve özel sektöre ait firmaların %50 hisse payına sahip oldukları bir holding haline getiriliyor. Evet, yanlış okumadınız bir bakanlık çoğu uluslararası sermaye gruplarıyla ortak olan özel sektörle birleşip bir holding haline geliyor.

Bu durum faaliyetlerinin bir kısmını serbest piyasaya havale etmek gibi örneğin özel okul, özel hastane açılmasına izin vermek gibi bir durumun çok daha ötesinde. Suyun özelleştirilmesi, meraların işgali, çiftçinin borç batağına sürüklenmesi, tarımsal üretimin tüm alanlarda küçülüyor olmasından çok daha kaygı verici bir tablo bu. Öncelikle üreticiyi asla rekabet edemeyecekleri sermaye gruplarının insafına ve de yasal yetkilerine bırakmak, örgütsüz olan çiftçiyi tamamen üretimden çekilmeye zorlamak, kamuda çalışan ve güvenilir gıda dağıtım ve tüketimine dair kontrol görevi yapan kamu emekçilerinin halk sağlığına dair tüm çalışmalarını bitirmektir. Kamuda çalışanlar açısından ise belirsizlik daha da büyüktür. İş güvenliğinin ortadan kalkacak olması, daha öncesinde özelleştirilen kurum emekçilerinin yaşadığı “Havuz Problemi” ile tekrar karşılaşmasını getirecektir.

Hele de mevcut iktidarın atamalardaki hakkaniyeti ortada iken belirsizlik ve soru işaretleri daha da büyümektedir. Daha önceden belirttiğimiz gibi kamu görevinin esası kâr amacı gütmeden doğrudan doğruya Kamu hizmetiyken, doğası gereği tek amacı kâr olan şirketler birleşecek ve bu melezlemeden 2023 yılında 100 Milyar Dolar, 2030 yılında ise genel bütçeden pay almasına gerek olmayacak kadar büyük bir holding kurulacak! İsmi Semerat Holding olacak Yerli ve Milli Projemiz kamuoyuna sızdıktan sonra büyüyen tepkiler nedeniyle 25 Nisan’da Cumhurbaşkanına sunulması düşünülürken, önce 25 Mayıs’a sonra ise Eylül ayında yapılacak Tarım Şurası sonrasına ertelendi. Ancak gözüken şu ki, cin şişeden çıkmıştır. Bu haliyle olmasa dahi bu mantık başka yollarla tarıma müdahalede bulunacaktır.

Tabii biz izin verirsek. V. Kolcuların terörü türkülere ve bu coğrafyanın kolektif belleğine yazıldıktan yıllar sonra yeniden başka bir şekilde vücut buluyor. Tekrar eden ekonomik krizler, dış borçlar, tarımın gözden çıkarılması, paralel bütçeler, emperyalizmin tarıma yetkilendirilerek dâhil olması… Halil Efe’ye ve İbrahim Çavuş’a borcumuza ve duyduğumuz saygıya, toprağa ve hayata olan sorumluluklarımıza, kısacası yarınlara sahip çıkmak hepimize görevdir.

Yazar Ali Kılıç

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış