Neredeyse 3 mevsimin güneşli, cıvıl cıvıl geçtiği ülkemizde güneşin ve hayatın tadına ne kadar varıyoruz ? Belki iş güç peşinde koşanlar için parklarda vakit geçirmek bir lüks sayılabilir fakat çocuk ve gençler için dışarıda olmak bir ihtiyaçken niçin birçoğu dershanelerde ya da evlerinde ders çalışmak zorunda? Üstelik biz gençleri hayata değil, sadece sınava hazırlayan derslere. Neden ilgi alanlarımız ya da yeteneklerimizden önce matematiğimiz sorgulanıyor? On iki yaşındaki çocuklar neden sokaklarda oyun peşinde değil de sırtlarındaki küfeler ile dershanelere koşuyor? Ülkemizdeki okuyan nüfusa bilmem ne ile bilmem ne yaş arası kuşağı gibi değil de gireceği sınavın ismine göre kuşaklandırma yapılıyor? SBS gençliği fiziksel gelişiminin en hızlı olduğu dönemdeyken neden soru bankaları(!) altında eziliyor? YGS-LYS gençliği fikri gelişim çağının zirvesindeyken sosyalleşmek, hayata dair olanları sorgulamak yerine neden gününün tamamını kapalı alanlarda geçiriyor? Neden dershanecilik kavramı gelişti ve yerleşti ülkemizde? Neden daha çok sorgulayan, daha çok düşünen değil de çok ezberleyen ve çok test çözen başarılı sayılıyor? Sabah ve öğlen saatlerinde bunca genç ve çocuk şehrin merkezinde bir o yana bir bu yana nereye yetişmeye çalışıyor? Türkiye gençliği kaderini belirlediği bu sınavlara neden hazırlanıyor? Neden var bu sınav? Neye göre iyiyle neye göre kötüyü ayıklıyor bu sistem? Peki tamam, “üniversite sınavı” kavramının ilk kez ortaya çıktığı 1974 yılından beri bu soruları milyonlarca öğrenci sormuştur. Olayın başına gidelim… 1950’li yılların sonuna kadar lise mezunu öğrenci sayısı az olduğundan dolayı, birçok fakülte başvuruda bulunanlardan ihtiyacı kadar öğrenciyi bünyesine kabul ediyordu. Sınav yok diye de kabul işlemi rastgele olmuyordu tabi; öğrencinin başvuru önceliği, fakültenin niteliğine bağlı olarak lisenin fen ya da edebiyat kolundan mezun olma durumu ve lise bitirme derecesine göre en seçkin kişiler alınıyordu.
Ne olduysa 60’lı yıllarda oldu, liseden mezun olanların sayısının artması ve lise dengindeki okullardan mezun olanlara da yükseköğretime başvurma hakkının verilmesiyle yukarıda kısaca bahsettiğim öğrenci alma şartları yetersiz kaldı. Fakülteler çözümü başvuruda bulunan öğrencileri sınava tabi tutmakta buldu. Çok mantıklı ve doğru görünen bu yöntem öğrencilerin şehirden şehire koşmasına, aynı gün ve hatta aynı saate denk gelebilen sınavlar karşısında birini seçmek zorunda kalması gibi sorunlara yol açmış. Kimi fakülteler birlikte hareket etme yoluna gitmişler fakat yine de nitelikli ve objektif tipte testlerin hazırlanması, başvurma, puanlama, seçme ve yerleştirme, sonuçları bildirme gibi teknik işlerde yeterli olamamıştır. 1974 yılında, Üniversitelerarası Kurul üniversiteye giriş sınavını tek merkezden yapmayı uygun bulmuş, Üniversitelerarası Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi kurulmuştur (ÜSYM). Adından da üstlendiği görev açıkça anlaşılan bu merkez 1981 yılına kadar faaliyetlerini sürdürmüştür. 1981 yılında merkez, Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) adını alıp Yükseköğretim Kurulu’nun bir alt dalı haline gelmiş. Bundan sonraki gelişmeler ise halk tarafından az çok biliniyor, tarihinde 4 kere sınav değişikliğine ve çok kez de sınavın içerik değişikliğine gitmişler. Gelelim giriş kısmında Türkiye gençliğine dair sorduğum sorulara, yüzlerce insandan tecrübe ettiğim tek gerçek bu sınavın kaçınılmaz olduğu. Evet, ölüm gibi kaçınılmaz. Gençlerin stres yüzünden psikolojik sorunlar ve fiziki olarak sağlık sorunları yaşadığı, sosyallikten uzak kaldığı bu dönemden çıkınca sapıtabildiği sınava hazırlanma evresi de, 2-3 saatlik sınav ile kaderini tayin etme saçmalığı da kaçınılmaz.
Öncesi ve sırasında ağaç katili diyebileceğimiz bu sınav kaçınılmaz. Kazanma garantisi veren, hükümete eleman yetiştiren sözde eğitim kurumu anlayışının varlığı ve sınava hazırlanmak için dershaneye gitmekte kaçınılmaz. Her neyse işte, günde 8-10 saat olmak üzere ve bir yıldan fazla çalışıp, belki sınavdan önceki gece başının ağrıyacağı, midenin bulanacağı, ishal olacağın, sevdiğini kaybedeceğin güne denk gelmesi muhtemel olan bir günde ve birkaç saatte bildiklerini kanıtlayıp ön sıralara geçmek için yarışacağın bu sınav kaçınılmaz. Sınava dair çözüm yolları üreteceğim bir yazı yazmayı hedeflemiştim başlarken, fakat düşündüm ki bunun kime ne faydası var. Biraz araştıran, biraz sorgulayan birisi zaten bunu bulacaktır. Sana mı düştü çözüm üretmek Doğaç ? O zaman sınav adayı olan okurlarına bu sınavın kaçınılmaz olduğunu ve “şu sınav geçsin, üniversiteye/iyi bir liseye kapak at rahatsın” klişesini hatırlatıp girmiş oldukları sınavın nereden çıktığına dair biraz bilgi ver dedim. Ha başlık ile yazının alakası… Sınavın sistemleşmesinin üstünden (hatta şu 60’lardan önceki sınavlarda dahil) bunca zaman geçmesine rağmen her ne olursa olsun değişmeyen tek şey mutlaka Haziran ayında sınavın olması olduğundan başlıkla öyle bir ilişki kurdum. Dilerim bunu okuduktan sonra “ah be çocuk zamanımı çaldın” demezsiniz.
Yorumlar (0)