Bentderesi, Ankara Kalesi ile Hacı Bayram Camii’nin eteklerinde yer alır. Ulus’taki Hergele Meydanı ve Atatürk heykeline yürüyüş mesafesindedir. Gülveren, Cebeci, Kayaş, Etlik, Mamak, Siteler, Çubuk, Çinçin dolmuşlarının kalkış yeridir. Semtin ahalisi Ankara’nın en fakir insanlarındandır.
Bir zamanlar burada insanlar kadar çok çek-çek arabası ve baraka dükkân vardı. Saksı, çanak, çömlek, tohum, fide, fidan, çiçek arayan buraya koşar, düğünlere çalgı, çengi, köçek buradan ayarlanırdı. Kaldırımlarda don, fanila, gömlek, çorap, kaput, kol saati, kasket, asker levazımatı satılır, pide-lahmacun fırınlarından, seyyar köftecilerden, ciğercilerden iştah kabartan kokular yayılırdı. Torbacılar, pezevenkler, zavaklar (eşini satanlar), puştlar, dolandırıcılar tarafından tutulmuş köşe başlarında zar atılır, "bul karayı, al parayı" oynatılır, tombala çektirilir, esrar satılırdı.
Bozkır folklorunun en güzel örnekleri de buradadır; eskiden plak, kaset, şimdilerde DVD-CD satan dükkanlar aynı zamanda kayıt stüdyosuydu. Çorum, Çankırı, Sivas, Tokat, Yozgat, Kırşehir, Nevşehirli müzisyenlerin eserleri ilk defa burada beğeniye sunulmuştur. Neşet Ertaş, Mahzunî Şerif, Ali Avaz, Nuri Sesigüzel, Azer Bülbül, Şahin Gültekin, Kul Mustafa, İzzet Yıldızhan, İzzet Altınmeşe, Kâhtalı Mıçı, Hasan Yılmaz, Oğuz Boran, Zekeriya Bozdağ, Güdüllü Ergün, Sincanlı Oğuz, Ankaralı Turgut, Ankaralı Namık, Ankaralı Çakır Mesut, Ankaralı Ferdi, Ankaralı İbocan, Ankaralı Yasemin, Ankaralı Ebru, Ankaralı Kadriye, Ankaralı Ayşe gibi nicesi sanat âlemine ilk adımı Bentderesi'nde atmışlardı.
Ama asıl önemlisi Bentderesi denince akla ilk gelen kerhanedir (umumhane-genelev). Çünkü 1930'da devlet eliyle açılmış ilk kerhane kapatıldığı 2010 yılına kadar tam 80 sene bu semtte faaliyet gösterdi. "Cumhuriyette kadın dolanımı" buradan örgütlendi. Kahkaha Sokağı ve Tabakhane Sokağı'nda bulunan sarı badanalı, dörder katlı 39 evde 400 "vesikalı kadın" sabahtan gece yarısına kadar hiç tanımadığı erkeklerle burada yatıp kalkardı. Kerhane girişinde polis kontrol merkezi, emanetçi ve kerhane tatlıcıları yer alırdı. Kerhane tatlısı, yağda kızarmış şerbetli bir hamur tatlısıdır ki, seks gücünü azdırdığına inanıldığından çok revaçtaydı. Tatlıcıların yanında kuvvet macunu, orospu mantısı da (kıymalı gül böreği) satılırdı.
Cihat Burak, "Zenci Kalınız" adlı kitabında, "Tahal Karakolu" başlıklı anlatısına şu cümle ile başlar: "Yeni gittiğim yerlerde oranın genelevlerini de gidip bir görürdüm eskiden." Ardından, ziyaret ettiği genelevlerde başından geçen maceraları anlatmaya koyulur: "Ankara'ya ilk gidişimdi, o mahallenin nerede olduğunu bilmiyordum, telefon defterinde aradım bulamadım." Bunun üzerine polise sormak geçmiş aklından. Utanmış vazgeçmiş. Sonra Ulus-Samanpazarı arası dolanırken bir taksi çeviriyor: "Kardeşim" dedim; "hani şey var ya işte; hani orası! Lafımı bitirmeye kalmadan şoför şıp diye anladı. Gaza bastı, geldik abi dedi, işte nah şurası." Burası Ankara'nın meşhur Bentderesi'ydi, Türkiye Cumhuriyeti'nde ne kadar genelev varsa, hepsinin merkeziydi bu mahalle. Güpegündüz onca insanın arasından geçerek geneleve girmekten önce çekinir. Ama nihayet yüzünü paltosunun yakaları arasına saklayarak kapıya yönelir. Bir bekçi üstünü aradıktan sonra kendini çamur deryası bir meydanda bulur. Gözüne kestirdiği bir eve dalar: "Mindere bağdaş kurmuş sarışın bir mavişi kaldırdım, angaryaya koşulan insanların isteksizliğiyle çıkıyor önümden merdivenleri, kıçının biri inip biri kalkıyor pembe donunun içinde. Girdik odaya; ufak tefek, balıketinde, sarışın, mavi gözlü, güzelce, yirmi yirmi-beş yaşlarında. Bizimki pek hanım kadın, terlik, pijama getirdi, bir leğen içinde ayaklarımı yıkadı yattık, tatsız tuzsuz bir muameleden sonra uyumuşum."
1929'da Ankara Valisi ve Belediye Başkanı tayin edilen Nevzat Tandoğan'ın ilk icraatı Bentderesi kerhanesini açmak olmuştu. Böylece "abazanlar" Cumhuriyet sosyetesini taciz edemeyecekti. Artık seks ticareti "umumhanelerde" çalışan "vesikalı" kadınlar tarafından yapılacaktı. 1930 yılında yürürlüğe giren Umumi Hıfzıssıhha Kanunu ile fuhuşu düzenleyen nizamnameler yayınlandı.
Tandoğan, bundan sonra gözüne çirkin gelen her şeyi halının altına süpürmeye başladı. Çankaya ile Ulus'u birbirine bağlayan yol, en çok özen gösterilmesi gereken yerdi. Burası yeni rejimin, yeni başkentinin vitrini olacaktı. Şehrin karakterine yakışmayan, "görüntüsünü bozan" her kişi ve kuruma burası yasaklandı. İş tulumuyla gezenler, şalvarlı kuşaklı köylüler sopayla buradan uzaklaştırıldı. Gece sokaklarda dolaşan sarhoşlar toplatılıp Hüseyin Gazi, Elmadağ gibi uzak yerlere bırakılıyor, oradan yürüyerek şehre dönerken "akıllarının başlarına gelmesi" sağlanıyordu.
Tandoğan 17 yıl görevde kaldı. Kulislerde ona "sandalyesiz bakan" diyorlardı. Atatürk, "senin en önemli vasfın nedir" diye sorduğunda, "Partinin sadık bir uzvuyum. En önemli vasfım yüksek gölgeniz altında emirlerinize amade bir partili olmaktır" karşılığını vermişti. Tandoğan'ı Ankara halkı için "korku unsuru" haline getiren, 1934'te ilan edilen Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu'nun 18.maddesiydi. Buna göre, "devletin emniyet ve selametini ve içtimai nizamını tehdit edenlerin cezalandırılması" tamamen mülki idare amirlerinin takdirine bırakılmıştı.
Artık millet, "halk" ve "vatandaş" diye ikiye bölünmüştü. Vatandaşlar (militan yurttaşlar) Ulus, Kızılay, Çankaya, Keçiören'de oturuyor, Atatürk Orman Çiftliği'nde inşa edilen havuzlu gazinolarda, bira bahçelerinde veya Ankara Palas'ın balo salonlarında eğleniyor, dans etmeyi, içki içmeyi, karşı cinsle ilişki kurmayı öğreniyordu.
Bu tip yerlerin çoğu devlet desteğiyle İş Bankası kredileriyle faaliyete geçirilmişti. Halk ise, Cebeci, Samanpazarı, Kaleiçi, Hamamönü gibi semtlerde oturuyor, ayda yılda bir Mamak, Kayaş gibi uzak mesirelerde bağdaş kurup nargile fokurdatarak eski usul eğleniyordu. Modern devlet, onların da cinsel ihtiyaçlarını düşünmüş ve Bentderesi kerhanesini yaşadıkları mahallin tam göbeğinde faaliyete geçirmişti.
Başkentte halka çok yabancı bir "cemiyet hayatı", bizzat Mustafa Kemal'in isteğiyle "inşa edilmeye" başlanmıştı. Gündelik hayatın sakin, telaşsız aktığı, günün erken bittiği, evlerin tek buluşma mekânı olduğu Ankara'da; kadınlarla erkeklerin korkusuzca bir araya gelebileceği, içkili, müzikli, danslı eğlence yerleri, sosyal kulüpler ve lokantaların yokluğu 30'lu yıllarda "kocaman bir sosyal dava" olarak ortada durmaktaydı. Çalışanların özellikle gece eğlenceleriyle rahatlatılması gerekiyordu. Bunun için sadece bakanların, milletvekillerinin, bürokratların ve yabancı misafirlerin girip çıkabileceği özel mekanlar açıldı. Artık her fırsatta kokteyl veriliyor, balo düzenleniyordu. Seçilmişler ve seçkinlerden bazıları adeta playboy'a dönüşmüştü. Beğendikleri kadınları her ne olursa olsun elde etmeye çalışırken terbiye sınırlarını çiğnemekten hiç çekinmiyorlardı.
Bu "resmi" eğlence yerlerinin yanı sıra bazı memurlar zaman zaman kaçak çalışan çalgılı çengili Yahudi evlerine giderek hem içkilerini içer hem de yemeklerini yerlerdi. Yahudiler arsında kaç-göç olmadığından bu eğlencelerde Yahudi ailesinin kızları da bulunurdu. Memurlar ayrılırken aileye bir miktar para bırakırdı.
"Bentderesi denince akla ilk gelen kerhanedir (umumhane-genelev). Çünkü 1930'da devlet eliyle açılmış ilk kerhane kapatıldığı 2010 yılına kadar tam 80 sene bu semtte faaliyet gösterdi."
Oysa Bentderesi, kerhanesiyle dile düşmeden önce, 1930'a kadar bir mesire yeri ve ticaret merkeziydi. Müslümanların azınlıkta olduğu bu civarda Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler oturmaktaydı. 1830 nüfus sayımına göre 3.200 Ermeni, 900 Rum, 300 Yahudi hane vardı. Gelir seviyesi sıralamasında Ermeniler birinci, Rumlar ikinci, Yahudiler üçüncüydü. Bölgede yaklaşık 3.000 dükkân, 12 hamam, 21 han bulunmaktaydı. Bentderesi gürül gürül akarken burası asırlardan beri bir tekstil ve dericilik merkeziydi. Tiftik keçilerinin kırpılan tüyleri derede yıkanır, çalılıkta kurutulur, boyanır, hemen oracıktaki atölyelerde mamul hale getirilirdi. Derileri işleyen çok sayıda tabakhane de dere boyunca faaliyetteydi. Bunların yanı sıra birçok su değirmeni, çay bahçesi, kır kahvesi, meyhane ve gazino vardı.
Ancak tehcirden bir yıl sonra 1916'da çıkan "şaibeli" bir yangın semti tümüyle yok etmişti. Çıkrıkçılar Yokuşu, Saraçlar Çarşısı, Kaleönü, Bedesten ve At Pazarı'na kadar uzanan korkunç bir yangındı bu. Üç gün, üç gece süren yangına tanık olan Refik Halit Karay gördüklerini şöyle anlatmıştı: "Yangının esrarengiz bir sirayeti vardı. Bir saat içinde ateş dört beş kola ayrılmış, hatta parendeler atarak damdan dama sıçramaya, mesafeler aşmaya başlamıştı. Rüzgâr yoktu ama ateş arttıkça havada mevzi bir rüzgâr hasıl oldu, tahta parçaları, bir karış uzunluğunda akkora dönüşmüş enserler (çiviler) yerlerinden fırlayıp mancınıkla atılmış gibi gökte bir mitralyöz harbi yapıyordu.
Eşya nakline darlıktan ötürü imkân yoktu. İnsanların güç geçtiği sokaklar, mesela bir piyano veya bir kanepe yüzünden tıkanıveriyordu. Yangından kaçırılan yüz kadar piyanonun sıra sıra dizildiğini gördüm. Üstlerine ıslatılmış pahalı halılar serilmişti. Birden kocaman yanık bir kütük geldi, aralarına düştü, söndürmeye çalışacak adam yoktu. Ankara'nın en kibar mahalleleri, serveti, refahı çoktan kül kesmişti. Yolda saçları dağınık, gözleri ürkmüş ve güzellikleri atmış genç kızlara rast geliyordum. Ellerinde yangından kurtardıkları eşyalar vardı. Kadife muhafazalar içinde, lavanta şişeleri, krem, allık, pudra kutuları, kurdele ve dantel yumakları.
Çocuklarını kaybeden anaların ise haddi hesabı yoktu. Evet, kıyamet o gün Ankara'da kopmuştu ve mahşer yeri bugün orasıydı. Neler görmedim! Saçları tutuşmuş kadınlar, yolda doğuran gebeler, cübbeleri alev almış papazlar, hahamlar ve bütün bu kıyamet yerinde izbe köşeler bulup sarmaş dolaş olan âşıklar. Eşya çapulculuğu kadar kadın çapulculuğu da revaçtaydı. İlle kıpkızıl saçları ateşin akisleri altında alevden daha kızıl kesilen bir Yahudi kızına rast geldim ki, genç ırkdaşları üzerine pars gibi bir köşeden atıldılar, tutunca gözlerimin önünde bir boş evin loşluğuna attılar.
İşte bu minval üzere ölenler, sevişenler, aç kalanlar arasında yangın sürdü gitti. Nihayet yakacak bir şey bulamayınca kendiliğinden söndü. Yangının üçüncü sabahı Ankara'nın dörtte üçü ortadan silinmişti. Şehrin bütün suyolları bozulmuştu. Solfasol'dan su taşıyacak kimse bulunmuyordu. Derken hava bozuldu, yangın küllerini savuran sıkı rüzgarlar arkasından yağmurlar yağdı, etraf tepelere kar da düştüğü için soğuk kendini gösterdi."
Refik Halit, Yahudi düşmanlığı kokan bu anlatısında, Ermenilerin zenginliği ve ihtişamlı yaşantılarına delil olarak piyanolarını ve kıymetli halılarını gösteriyor; yangında bunları kaybetmiş olmakla, sahip oldukları zenginliğin ve ayrıcalığın da ortadan kalktığını söylüyordu. Yangını fırsat bilip kuytularda aşk kaçamağı yapanların da Yahudi olduğunu ileri sürerek, bunların ahlaken düşkün oldukları algısı yaratmış oluyordu.
1920'lerin başında Bentderesi artık bir yangın yeriydi ama hâlâ halkın pek rağbet ettiği bir mesireydi. Yunan ordusu bir ara Ankara yakınlarına kadar ilerlediğinde bu hal şehirde büyük bir paniğe neden olmuştu. Gücü ve gideceği yeri olanlar şehirden kaçmaya başlamıştı. Hatta Meclis'in de Kayseri'ye nakledilmesi düşünülüyordu. İşte bu günlerde Mustafa Kemal "dini nikâhlı" eşi Fikriye Hanım'ı "kadın başına" Bentderesi'nde dolaşmaya yolluyor, böylece halkın maneviyatını yükseltmeye çalışıyordu. Fikriye Hanım, dere boyundaki kır kahvelerinde oturarak kahve sigara içiyor, halkla sohbet ediyordu.
Yangının ardından şehir Çankaya istikametine doğru büyürken, Bentderesi'nde ayakta kalan harabelere 1920'den itibaren şehrin apaşları yerleşmişti. İçine girilecek gibi olan evlerde geceleri kırmızı lamba yakıp kadın satmaya başlamışlardı. Halide Edip Adıvar, "Türkün Ateşle İmtihanı" adlı hatıratında, Cumhuriyet sosyetesinin içkili davetlerine "biraz fantezi katmak için" kırmızı lambalı bu evlerden kadın kiraladıklarını, bunlardan birine tanık olduğunda, şalvarlı, rastıklı, yapma benli genç kadının, "ben kadın karşısında oynamam" diyerek, daveti terk ettiğini yazıyor.
"Bentderesi, kerhanesiyle dile düşmeden önce, 1930'a kadar bir mesire yeri ve ticaret merkeziydi. Müslümanların azınlıkta olduğu bu civarda Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler oturmaktaydı."
Bentderesi, Cumhuriyet atılımlarından hiçbir zaman nasibini alamadı. Hor görüldü, ihmal edildi. Hıristiyan azınlık tehcirle, tehditle, tedhişle şehirden uzaklaştırıldıktan sonra tiftik ticareti öldü. Tiftik keçilerinin nesli tükendi. Deri ve tekstil atölyeleri birer birer kapandı. Üstüne burada bir de kerhane açılınca, bir zamanların "mutena" semti, adı anılınca insanın yüzünü kızartan karanlık bir diyara dönüştü.
Bentderesi 1957'ye kadar akıyordu. Ancak o yıl Kayaş'tan, Mamak'tan gelen selle dere taştı. Cebeci, Kazıkiçi Bostanları, Akköprü civarı, Mezbaha'nın bulunduğu bölge ve Atatürk Orman Çiftliği sular altında kalmıştı. Dere üzerindeki köprüler hayvan leşleriyle tıkanmıştı. Sel artıklarının temizlenebilmesi çok uzun bir süre almıştı. "Kaçın Çubuk Barajı taştı; Ankara sular altında kalacak" söylentisi etrafa korku salmış, aklı evveller tedbir olarak, dereyi ıslah etmek yerine kurutmaya karar vermişlerdi. Dere kurutuldu. Üstündeki Roma devrinden kalma köprü ve bentler yıkıldı.
Bentderesi nihayet 1980'de 1'inci ve 2'nci derece SİT alanı ilan edildi. Kerhanenin altında Roma Hamamı'na uzanan tarihi su kanalı olduğu belirlenerek, korunacak tarihi alanlar içine alındı. Ama bunun için 30 yıl boyunca hiçbir şey yapılmadı. 2010'da Büyükşehir Belediyesi'nin aldığı meclis kararıyla bölgenin ticarete ve turizme açılması için harekete geçildi. Bunun için ilk olarak kerhane kapatıldı. Ardından semtin adı Hacı Bayram Veli olarak değiştirildi. Resmi kayıtlara göre 39 genelevden sadece 41 kadın başka illere "tayin" edildi. Geri kalan yüzlercesi sokağa döküldü.
Seyahatnamelerde Bentderesi ve tiftik keçisi
Alman seyyah Hans Dernschwam, 1553-55 yıllarında yazdığı seyahatnamesinde Bentderesi'ne özel bir yer ayırmıştı: "Ankara şehrinde, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler ve Türkler bir arada yaşıyorlar. Şehrin en canlı, hareketli yeri Kale civarıdır. Burada iki dağın arasından oldukça büyük bir dere sert ve hızlı akıyor. Bu suyun adı Bentderesi'dir. Derenin üzerinde birkaç köprü var. Burada kayaların altından temiz bir su kaynıyor ve taş bir yalak içine doluyor. Su yolunun üzerinde birbirine karşı bakan 72 (!) aslan heykeli var. Burada çok miktarda sof dokunuyor. Bizzat gördük. Dokumacı sayısı da çok fazla. Sof tiftikten yapılıyor. Önce eğrilmiş ipliği gürül gürül tertemiz akan Bentderesi'nde yıkıyorlar. Sonra sıcak suda kaynatıyorlar. Ardından pres altına koyup suyunu tamamen alıyorlar. Sonra bu iplikleri bir yerden diğer bir yere doğru iyice geriyor ve bir maddeyle yağlıyorlar. Bir süre sonra iplikler dokuma tezgâhında geriliyor ve sof dokunmaya başlanıyor. Dokunan kumaş derede sabunla iyice yıkanıyor. Soflar, derin bakır kazanlara istif ediliyor. Bir kazana 70 parça konabiliyor. Sonra kazan temiz su ile dolduruluyor ve tam bir gün bu halde bırakılıyor. Her parçanın arasına dere kıyılarında yetişen saz kamışlar yerleştiriliyor. Böylece her kumaş parçasının arasına su gelmesi sağlanıyor. Sonra kazandan çıkarılan soflar, yine 70 parça üst üste istif edilerek bir pres altına konuluyor. Presi kalın bir kalas ile yedi kişi çeviriyor. Bu suretle kumaşların suyu tamamen alınmış oluyor. Kumaşlar dere boyunca yerlere seriliyor. İyice kuruduktan sonra katlanıp yeniden pres altına konuyor ve nihayet hazır duruma getiriliyor. Boyama ve kaynatma işleri için özel aletler kullanılıyor. Burada softan başka deve tüyünden keçe de üretiliyor. Buradaki mağazalarda her türlü mal satılıyor."
Polonyalı gezgin Simeon 1618'de geldiği Ankara'yı şöyle anlatıyor: "Ankara dış, orta ve iç olmak üzere üç kat surla çevrili bir şehirdir. Şehrin üst kısmında bir kale ve Rumlara ait Panaia adlı bir kilise vardır. Şehrin, sekiz adet kilisenin bulunduğu orta ve alt kısmında ise 200 hane Ermeni oturur. Şehir halkı hemen kamilen sofçudur. İyi cins sof buradan çıkar ve dünyanın her tarafına gider. Her memleketten gelen tüccarlar sof ve başka kumaşlar toplarlar. Ankara'da pek çok Polonyalı vardır. Kente yakın bazı köylerde de sof dokunmaktadır."
Evliya Çelebi 1640 yıllarında, yani Dernschwam'dan 90, Simeon'dan 20 yıl kadar sonra Ankara'ya gelmişti. Seyahatnamesinde şehrin durumuna ve halkın yaşamına ilişkin gözlemlerine geniş yer vermiştir: "Bu şehir halkının zenginlerinin çoğu samur ferace, orta hallileri çuha serhaddi (düz dokunmuş, ince ve tüysüz kumaştan kısa giysi) ve renk renk ferace giyerler. Sanatkârları beyaz bez ve muhayyer ferace, bilginleri baştan ayağa renkli sof ferace giyerler. Çünkü burası sof yeridir. Kadınları rengârenk sof ferace giyip gayet edepli gezerler."
Çelebi, Ankara keçisi ve softan da şöyle sözeder: "Tiftik keçisi, beyaz süt gibi o kadar beyaz renkli bir keçidir ki, yeryüzünde onun gibi bir mahlûk yaratılmamıştır. Sof ipliği bundan elde edilir ve padişahların giydiği çeşitli renkte soflar bu keçinin tüyünden yapılır." Seyahatnamede nasıl sof boyaması yapıldığı şöyle anlatılmıştır: "Bentderesi'nde kazanları ateş üzerine yerleştirip içine istedikleri renkte boya koyarak kazanın yarısına kadar su doldururlar. Deste deste sofları, kazanın içinde ahşap destekler üzerine yerleştirirler. Sofların katları arasına da ağaç çöpler sokarlar. Kazanın kapağını kapatıp etrafını hamurla sıvarlar. Ateşi kızdırırlar. Kazanın içinde buhar soflara vurduğunda Tanrı'nın hikmetiyle renk renk izler oluşur ki Mâni ve Behzâd (İranlı iki ünlü ressam) böylesini yapmaktan âcizdir. Bu sof Ankara'ya mahsustur. Yeryüzünde bir başka ülkede olması ihtimali yoktur."
Evliya Çelebi, Ankara keçisinin ülke dışına çıkarılmasına da değinir: "Frenk piçleri, bu Ankara keçilerinden Frenk ülkesine götürüp iplik eğirip sof dokumak istediler. Allah'ın emriyle keçiler adi keçilere dönüştü ve dokudukları da sof olmadı, kumaşa hare vermeyi de başaramadılar. Sonra, Ankara'dan eğrilmiş sof ipliği alarak Frenk ülkesine götürüp sof dokumak istediler, yine olmadı. Şimdi papazlar için sof gibi görünen ama hareli olmayan siyah şal dokuyorlar. Ankara halkı soflarının özelliğinin Hacı Bayram Veli'nin kerameti ile Bentderesi'nin suyunun, havasının güzelliğinden ileri geldiğini söylerler. Gerçekten de Ankara sofunun yeryüzünde eşi benzeri yoktur. Halkı çoğunlukla tüccardır. Frenk ülkelerine, Arabistan'a ve Mısır'a giderek ticaret yaparlar."
Fransız seyyah Pitton de Tournefort, Ankara'ya 1701 yılında gelmişti. Bentderesi, diğer seyyahların olduğu gibi, onun da dikkatinden kaçmadı. Ona göre dünyanın en güzel keçileri Ankara'da yetiştirilmektedir. "Beyazlıkları âdeta göz kamaştıran keçilerin tüyleri ipek kadar ince, uzun ve kendiliğinden kıvrımlıdır. Bu tiftiklerden çok güzel kumaşlar dokunmaktadır. Yöre halkının belli başlı geçim kaynağı olan tiftiğin eğrilip iplik haline getirilmeden dışarı çıkarılması yasaktır. Bütün kent halkı bu ticaretle uğraşmaktadır. Ankara'da tiftik, okkası 4 liradan başlayarak 12-15 liraya kadar satılmakta, en kalitelisi okkası 20-25 krona kadar alıcı bulmaktadır. Bunlar yalnız "Grand Signior's Seraglio"ya (yani padişaha) gönderilirdi." Seyyah, Ankara keçisi tiftiğinin İngiltere'de peruk yapımında kullanıldığını da ileri sürmüş, ancak bunun için tiftiğin eğrilmeden kullanılması gerektiğini belirtmiştir.
Hollanda'nın Amsterdam kentindeki Rijksmuseum'da (Ulusal Müze) bulunan eski bir Ankara resmi, kentin o zamanki görünüşünü ayrıntılı olarak yansıtması yanında, kent yaşamına ilişkin bilgiler sunması bakımından da önem taşır. Resim, bez üzerine yağlıboya tekniğiyle yapılmış olup 117x198 cm boyutundadır. Yapılış tarihi ve ressamı kesin olarak bilinmiyor. Bilim dünyasına ilk kez tanıtan Prof. Dr. Semavi Eyice; 27 Şubat 1970 tarihinde Türk Tarih Kurumu'nda verdiği bir konferansta resmin Ankara'ya ait olduğunu kesin kanıtlarıyla ortaya koymuş ve onu değişik yönleriyle irdelemiştir. Tabloda sof üretim ve ticaretiyle ilgili konulara ağırlıkla yer verildiğini belirten Eyice, resmin 18. yüzyılda Ankara'dan sof ithal eden bir Hollanda firmasının siparişi üzerine, Hollandalı bir ressam tarafından yapılmış olabileceğini ileri sürmüştür.
"Ankara Manzarası" olarak adlandırılan resim, A2055 numarayla, adı geçen müzenin envanter kayıtlarına alınmıştır. Halen teşhirde değildir, müzenin deposunda bulunmaktadır. Resimde perspektif kuralları uygulanmamıştır. Ressam, nesneleri göründükleri gibi betimlemek yerine ne olduklarını daha iyi ortaya koymaya çalışmıştır. Tablonun üstünde Ankara'nın batıdan görünüşü, alt bölümünde ise tiftik üretim ve ticaretinin değişik aşamalarından seçilmiş bazı sahneler yer almaktadır. Üst bölümdeki panoramik görünüş Ankara'yı tanıyanlar için aslında hiç de yabancı değildir. Şehir, Hisar Tepesi üzerinde yer alan iki sıra sur dışında alt düzlüklerden geçerek kenti kuşatan üçüncü bir surla çevrili olarak resmedilmiştir. Bugün ancak çok küçük bir bölümü ayakta kalmış olan üçüncü sur 17. yüzyılda Anadolu'yu saran Celali ayaklanmaları döneminde kenti saldırılara karşı korumak amacıyla inşa edilmiş, yüzyılı aşkın bir süre sonra da yıktırılmıştır. Bu sur üzerinde yer alan kent kapılarının birkaçı resimde açık olarak gösterilmiştir. Bu kapılardan üç tanesinin yol bağlantıları da görülmektedir. Her üç yolda da binek ve yük hayvanlarının oluşturduğu kafileler yol almaktadır. Ortadaki yolda kentten yola çıkmış bir deve kervanı görülmektedir. Develerin yüklerinin tiftik ipliği ya da sof gibi tiftikten mamul kumaşlar olduğunu tahmin etmek de güç değildir.
Resmin alt bölümünde yer alan sahneler tiftik ticaretinin değişik aşamalarıyla ilgilidir. Sağ alt bölümde, keçilerin kırkılmasını gösteren bir sahne yer almaktadır. Kompozisyonda yer alan keçiler, yerlere kadar sarkan beyaz tüyleriyle tipik Ankara keçileridir. Burada dizleri üstüne oturan bir kişi kırkım yapmakta, bir diğeri yere yatırdığı bir keçinin ayaklarını bağlarken, bir diğeri de kırkılmayı bekleyen keçilerle ilgilenmektedir. Yerde kırkılmış tiftik öbekleriyle bir tiftik makası görülmektedir. Kırkma işlemini gösteren sahnenin hemen solunda bir dokuma sahnesi resmedilmiştir. Burada dokuma yapan kişi, dokuma tezgâhı ve tezgâha gerili uzun çözgü iplikleri açık olarak görülmektedir. Ankara'da tiftik kumaşları, ağırlıklı olarak, özel işliklerde değil, evlerin işlik olarak düzenlenen bir iki odasında dokunmuştur. İşte resimdeki dokuma sahnesi de böyle bir mekânı ve sofçuları göstermektedir. Dokuma sahnesinin solunda iki yer ocağında kazanlar içinde bir şeyler kaynatılmakta, ayrıca yerde büyük leğenler içinde beyaz nesneler görülmektedir. Bu sahne tiftik kumaşlarının boyanması ve durulanması işlemleriyle ilgilidir. Yıkama, boyama ve perdah işlemleri, sof üretiminin dokumayı izleyen ve onun kadar önem taşıyan aşamalarıdır. Resimde bu işlerde kadınların da erkeklerle birlikte çalıştıkları görülmektedir. Sof yıkayanların (sof yuyucular) ayrı bir meslek grubu oluşturdukları ve bu işlemin özel işliklerde yapıldığı bilinmektedir. Resmin sol alt yarısını kaplayan geniş sahne ise, tiftik ipliği alım satımıyla ilgilidir. Burada bazı dükkânların çevrelediği bir alanda kalabalık bir insan topluluğu görülür. Bu sahnedeki binaların gerçekte çok katlı yapılar oldukları ve dükkânların da bunların zemin katlarında bulunduğu anlaşılmaktadır.
Yorumlar (0)