Kraliçe Lear

Kraliçe Lear

Torosların zirvesine doğru bir minibüs tırmanıyor. Minibüsün içinde Arslanköy sakinlerinden 5 kadın sohbet ediyor. Konu kader; çünkü aralarında yüksekten korkan var. Uçurumlara kıyı dar yollar virajlar geçildikçe birbirinin omzuna yıkılan yolcuların konuşma konusu bir ölüme dönüyor bir kadere. “Vade dolduysa yapacak bir şey yok.” lafı alevlendiriyor konuşmayı. “O kadar kaderci değilim. Yapılmayan yolun ihmalini vadeye bağlayamam.” diyor
en çok korkan.

Mersin Belediyesi sinema tiyatro müdürlüğü bünyesinde sanat hayatı başlayan beş kadının dünyasında geçen konuşma bu. Torosların eteklerinde 14 yıl önce, 30-35 yaşlarında amatör tiyatroya başlayan köy kadınlarının lisanı. Lisan duru olunca ne dediği kolay anlaşılıyor. Yoksa Ankara’nın dilinde kadın hâlâ anlaşılmıyor, hâlâ sığ tartışmalarda başörtüsü siyasetinin yardımcı oyuncusu.

Bu kadar kadın şiddet görürken, katledilirken, işsiz kalırken, ölümü seçerken kadın kimliğini sadece başörtüsü üzerinden savunmak öteki dertlerin üstünü örtmeye yetmiyor elbette. Çünkü kimse kimseye bir şey vermiyor. Kadınlar canlarını vererek alıyor, emekleriyle alıyor, mücadeleleriyle alıyor hakkını. Kadın cesareti sadece kendi önüne çıkan engelleri aşmıyor, çıkardığı ses, bastığı iz arkadakilerin de yolunu açıyor. 

“Bize kadar kadının adı bile yoktu” diyerek hemcinslerini siyasete malzeme yapanların kolay anlamayacağı bir direnç bu. Nereden nereye. 

Eskiden alt metinlerde, satır aralarında ele verirdi zihin kendisini, şimdi sözlerini düzeltirken kadına biçtiği rolü teslim edip, açıkça söylüyor bu samimi siyasi anlayış; “önemli birinin eşi dahi olamıyordunuz” diyebiliyor. Bu sözü söyleyen bir kadın. Erkek siyasetçinin konuşmasından farkı yok; zira kadın lisanı başka, öncelikleri farklı.
İzlemediyseniz Kraliçe Lear’ı izleyin. İzleyin ve bir grup köylü kadının nasıl var olduğunu, Mersin’in dağ köylerinde, Toroslarda yayla yayla gezip, memleketteki erkek krallığını, nazik bir üslupla nasıl yerle bir ettiklerini görün. Hayallerinin peşinden giden beş kadının özgüveni, yeteneği hayranlık uyandırıyor.

Siyah bir araba yanaşsa kuyruğa girecek adamlar, kadınlara “Kaymakamlıktan izniniz var mı?”, “Ne tiyatrosu, ne meydanı? Bir kişi bile gelmez oyununuza” diyen muhtarlar kahvede tek başına otururken köy meydanları dolup taşıyor.
Tiyatro katarı köye girdiğinde bağırıp çağıran, “panayır değil yol getirin köye yol” diye kavga çıkaran adamı akşam sahnede konuk oyuncu görünce şaşırmayın; hatta kadın kılığında görünce. Büyülüyorlar çünkü.
Behiye Yanık, Cennet Güneş, Fatma Fatih, Ümmü Kurt, Zeynep Fatih, Arslanköylü beş kadının yıldızı parlıyor Torosların üzerinde. Tek başına doktora gidemeyen kadınlara güç veriyorlar.

30 köyde 8 yaylada gündüz ev ev, tarla bahçe gezip sohbet ederek halkı davet ediyorlar, akşam kapalı gişe oynuyorlar. Dağlar, köyler, genç kızlar, koca kadınlar, dedeler, amcalar, kahkahalarla, göz yaşlarıyla Kral’ı ve Kral’ın kızlarını izliyor. Bir kadın önemli birinin eşi olunca mı var olabiliyor, yoksa üretince, konuşunca, hayatın içinde olunca mı var oluyor izah ediyorlar. Yönetmen Pelin Esmer tek bir cümle kurmadan göstermiş müthiş belgeselinde, Kraliçe Lear’da.
 

“Bir kadın önemli birinin eşi olunca mı var olabiliyor, yoksa üretince, konuşunca, hayatın içinde olunca mı var oluyor, izah ediyorlar. Yönetmen Pelin Esmer tek bir cümle kurmadan göstermiş Kraliçe Lear’da.”

William Shakespeare’in 1605 yılında yazdığı Kral Lear, tv filmleri oldu, Akira Kurosawa filmini çekti, Sovyet uyarlaması yapıldı, Türkiye’de Haluk Bilginer oynadı. Kim bilir nerelerde yayınlandı, kaç dilde basıldı, sahnelendi bu büyük oyun. Ama böylesi dünya üzerinde bir ilktir kesin. Ansiklopediler yazarını ve oyunu tarif ederken, “dört yüz yıl boyunca bütün dünya okur ve seyircilerini etkilemeyi sürdüren efsanevi yazar, Kral Lear’da yozlaşan dünyanın çaresi olmayan çöküşünü ele alır.  Oyunun kurgusu, karakterleri, felsefi konuşmaları, evrenselliği ve insani boyutu zaman aşımına uğramayacak kadar güçlü” diyor.

Oyunu kendi bildikleri gibi, dillerine kolay yazdıkları gibi sahneliyorlar. Tıpkı çiçekli basmadan elbiselerini defne dalıyla süsleyip kral kostümü yaptıkları gibi.

Gösteri sonunda tiyatrocu kadınları taşıyan minibüs aynı yoldan, virajları kıvrıla kıvrıla geri dönüyor. Servis minibüsündeki konu aynı, yine kaderi tartışıyorlar:

“Ben de isterdim Avrupa’da doğayım, onu seçme şansım yok. Bir de ölüm anımı belirleyemem. Ama yaşarkenki tercihlerimi kaderden saymıyorum. İnsanın tercihidir, seçimleridir hayatı. Bu tiyatroya girdikten sonra kendi ayaklarımın üzerinde durabildim mesela. Kader mi bu.”

Belgeselde başrol oyuncularının üç beş saniye de olsa “eş durumundan” kocaları da var. O güçlü adamlar, eniştebeyler, ağalar, ağabeyler, sadece aktristin eşi olarak görünebiliyorlar filmde. Ve o kısa süre içinde utana sıkıla konuşan adamların eşleriyle gurur duyduğunu anlıyorsunuz. Kocalarının gözünde bir ay eve uğramayabilen, turneye çıkabilen kadına saygıyı görüyorsunuz.  Az şey midir bu? Kader midir bu?

Yazar Erhan Karadağ
  • Paylaş