Latife Tekin doğayla iç içe ama edebiyattan, yazıdan kopmadan geçen, okur zamanıyla ölçülünce uzunca gelen bir süreden sonra zamana direnmeye çalışan insanları, yorgun ve yoksul fabrika işçilerini, sanayileşen kentlerde sıkışıp kalanları anlattığı, birbirine omuz veren iki romanla "Manves City" ve "Sürüklenme" ile karşımıza çıktı 2018 yılı biterken. Ankara'ya geldiği zaman Latife Tekin ile hem bir video söyleşi, hem de şimdi okuyacağınız bu söyleşiyi yapma imkânı bulduk.
Pınar Özdemir: Latife Hanım, 9 yıllık bir aradan sonra sizden iki roman birden geldi. İki ayrı hikâye... İki kitabınız arasında verdiğiniz en uzun araydı bu. Öncelikle, neden bu kadar ara verdiniz?
Latife Tekin: Bu soruyla çok sık karşılaşıyorum ve sanki gecikmişlik mahcubiyetini duymam gerekiyormuş gibi bir tedirginlik hissediyorum. Ama çabuk geçiyor bu duygum çünkü yazmak ve zaman deyince Behçet Necatigil’in sakinleştirici sesi geliyor o anlarda kulağıma: “Aşınmış tarlaları kim yeniler gelince (...) Çünkü asıl şiirler bekler bazı yaşları.”
PÖ: “Sürüklenme” ve “Manves City” birbirini takip eden değil ama birbirine omuz veren, birbirine yaslanan romanlar. Yazmakta olduğunuz metin ya da metinlerin iki ayrı roman olacağına nasıl karar verdiniz? Yazma sürecini biraz anlatır mısınız?
LT: Karar veren ben miyim yoksa hikâyelerini bir anlatı içinde kurmayı üstlendiğim kahramanlar mı? Bunlar karışıyor bazen. Neyi anlatacaksanız, neyi dert edinmişseniz onun sizden beklediği dili, biçimi de önce bulmalı, hep yanınızda hazır etmelisiniz. Gerçeğe bağlıyız en azından, gerçeğin bizden bağımsız tunç yasalarına da. Aynı çağın yeryüzü gökyüzü, ağacı insanı, kuşu sürüngeni, toprağı suyu, çiçeği kelebeği görünmez bir ağla bağlanır, birbirinin kaderini paylaşırlar. Aynı koşulların insanlarının farklı hikâyeleri var olsa da, aynı döngünün gidişatı içinde deviniyorlar iki kitapta da. Geniş anlamda aynı “kader yolu”nda. Manves City’nin Ersel’i ile Sürüklenme’nin Asistan’ı birbirlerini tanımadan yaşayıp gidebilirlerdi. Ama ben bunların hikâyelerinin uzaktan uzağa, hatta apansız yakınlıkta bazen, ne denli ilişik, nasıl da dolambaçlarla bitişik olduğunu görüyorum. Çürümeye doğru sürüklenen bir yoldayız hepimiz de.
PÖ: “Sürüklenme” izleği romanlarınızda yeni bir tema sayılmaz aslında. “Unutma Bahçesi”nde
de unutuşta sürünlenen roman kişileri vardı. “Manves City”de de sürüklenme var. Bu temanın sizde ilk ortaya çıkışı ile son romanlarınızın ana teması olması arasındaki yolculuğu hakkında neler söyleyebilirsiniz?
LT: Robert Musil’in Niteliksiz Adam’ı, Sait Faik’in Lüzumsuz Adam’ı, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı, Manves City’nin HİKİ(*) insanı, hiç benzemiyorlar görünse de birbirine içten içe bağlı karakterlerdir aslında. Belli bir zaman ruhunun zorunlu yaratılarıdırlar. Şimdi birey iradesinin güçsüzleştiği, rastlantısallığın neredeyse her durumda geçerlileştiği bir kaotik zaman. Sürüklenme olgusu bizden çok önce başlamıştı. Belki de sınıflı toplumlarla birlikte. Ya da doğaya yabancılaştığımız zamandan bu yana. Ama çağın bu denli hız kazandığı bir dönem olmamıştı (ya da yalnızca büyük savaş dönemlerinde olmuştu.) Adını koymanın anlatılabilir bir yolunu bulmaya, bununla birlikte neye karşı ayak diremem gerektiğini düşünmeye çalıştım.
"Bu üretim ilişkileri, bu üretim biçimi, bu toplumsal yapılanış böyle doğayı, kadını ve çocuğu odağına almadan, bu üç varlığın yaşamsal çıkarlarını en üstte tutmayı baş koşul saymadan, bu dertleri düşünmeden ne yaparsak yapalım her şey daha kötüye gidecektir."
PÖ: Romanlarınızda gece ve gündüz misali zıtlıklar da göze çarpıyor. “Sürüklenme”de karakterler tekinsiz bir gecede biraraya geliyor. Roman kişisi “Gecenin getireceği hikâyeye duyduğum merak elimi kolumu bağlamış da olabilir, bilemiyorum.” derken “Manves City”de “birbirlerinin hatırasında sabah yüzüyle yer etmiş” olan, birbirini önceden tanıyan iki karakter var. Bu apayrı iki çıkış noktası hikâyelere nasıl bir yön verdi?
LT: Manves’te Ersel’in beş yıl sonra hapisten çıkıp bildiğini sandığı Erice’ye gelişiyle, Sürüklenme’deki anlatıcının uçakta başlayan bilinmeze doğru gidişi, kendimizde kurduğumuz ile yaşadığımız gerçek arasındaki uçurumu, o tekinsiz çelişkiyi anlatabiliyorsa bu iki metin, buluştukları düzlemin kavramı da “sürüklenme” olacaktı; bu kaçınılmaz. Bildiğimizi sandığımız dünyanın öngöremediğimiz iki hikâyesi bu; birbirine bakışık iki cephesi.
Ama ne kadar tanıdık bir gerçek, ne denli yakın damarlarımıza...
PÖ: “Sürüklenme”de isimsiz, cinsiyetsiz bir anlatıcı var. Okurun bakış açısı da ona göre şekilleniyor, haliyle. Anlatıcının cinsiyetiyle, kimliğiyle ilgili bir şey belirtmeme nedeniniz neydi?
LT: Dil, cinsiyetlerin de göstergesidir bir bakıma. Özellikle yüzbinlerce yıldır birbirine yabancılaşmış cinsiyetlerin dilleri de derin farklılıklarla biçimlenir. Okurla benim aramda gizli bir sözleşme bu; tabii benim önerdiğim. Cinsiyeti belirtilmemiş bu kahramana okur kendi kafasındaki dil duygusuyla cinsiyet giydirsin istedim. Bir iki yerde göz kırptım aslında, ipucu verdim. Madem sordunuz, ben de
size sorayım şimdi: O dil duygusu içinde anlatıcının cinsiyeti ne olabilir?
PÖ: Henüz okumamış olanları etkilemek istemem ama kendimce hep kadın olduğu sezgisiyle okudum. Bu kahraman o şehirden bu şehire sürükleniyor. Yolda pek çok kişiyle karşılaşıyor; ona hikâyesini anlatanlar var, hikâyesini öğrenmek istedikleri var. Böylece diğerlerini hikâyesine ortak ediyor, bir anlamda sürüklüyor diyebiliriz. İyilikle de kötülükle de karşılaşıyor. Bu anlamda nasıl bir yol hikâyesi “Sürüklenme”?
LT: “Yolculuğa çıkanın anlatacakları vardır” diye bilinen bir atasözünü anıyor Walter Benjamin. “Demek ki” diye ekliyor: “demek ki halkın gözünde hikâye anlatıcı uzaklardan gelen biridir.” Ama diye itiraz ediyor onay verdiği bu yargıya; “ama evinde kalan, namusuyla hayatını kazanan, yörenin hikâye ve geleneklerine vakıf kişiyi dinlemek de bir o kadar keyiflidir.” Sürüklenmedeki anlatıcının başkalarının öykülerine ilgisiyle, Manves’deki Ersel’in kayıp üvey kızını bulmak için Erice’de kalan, yörenin hikâyesini bilenlerden duyduğu öykü parçacıklarından oluşuyor iki kitap da. Neyin peşindeyseniz ona dair hikâyeler anlatan yüzlerce insanla buluşursunuz mutlaka.
PÖ: Biraz da dilden ve atmosferden konuşmak istiyorum. “Sürüklenme”nin önceki romanlarınıza daha yakın, imge yoğun, masalsı olarak nitelendirebileceğimiz bir dili var. “Manves City” ise bu anlamda biraz daha gerçekçi, daha sert bir roman. Dili birbirinden bu kadar belirgin nasıl ayırabildiniz? Yazarken birinin diğerine nüfuz etmek istediği anlar oldu mu?
LT: Hani siz de bilirsiniz; “kulübede başka türlü düşünülür sarayda başka” demişti sevdiğimiz o filozof. İnanın bundan başka da söyleyebileceğim bir formül, bir ipucu, bir yazarlık dersi taşıyamıyorum kendi bilincimde. Kahramanlarımın göz hizasından yaşantıları okumak asıl derdim.
Bu nedenle gerçekte yokum sanki, “tanrıyazar” değilim. Bana natüralist diyenler bile oldu; bunca ayrıntıyı nasıl, nerden öğrendin diye şaşıranlar. Ben öğrenmiyorum kahramanlarım biliyor zaten, onlar en dibini yaşıyor. Hiçbir kitabımın önceki bir benzeri olsun istemedim çünkü yazmak benim için de bir tazelenme. Sizin okurken yaşadığınız duyguyu ben yazarken yaşıyordum. Belki yinelemek gereken şu: Her hikâye, her kahraman kendi dilini yanında taşıyor zaten.
PÖ: Romanların atmosferine gelirsek, her iki romanda da mekânlar insanları zorluyor. Karakterler bir yerlerden bir yerlere kolayca ulaşamıyorlar, önlerine yokuşlar, engeller çıkıyor, gittikleri yerde kapılar kolay kolay açılmıyor. “Sürüklenme”de havaalanında insanı tutsak eden, zor ulaşılan, yarı masalsı bir kent imgesi var. “Manves City”ye ise daha karanlık, karamsar bir atmosfer hakim, kaotik bir kent imgesi var, distopya ile gerçeklik içiçe. Bu kentleri oluştururken sizdeki hangi kentlerden, kentlere ilişkin hangi imgelerden yola çıktınız? Örneğin, Ankara var mı bu kentler arasında?
LT: Dünyanın “küresel bir köy”e dönüştüğünü ilk kez söyleyen kimdi? Belki köyün aşağı ya da yukarı mahallesinden söz edebiliriz ama bereketli tarlaları, ovaları, ormanları, sulak vadileri organize sanayi sitelerine dönüştüren, o da olmadı betonlarla yeşilliği çatıştıran her yer Manves City ya da Erice. Dünyanın derisi yüzüldü, akarsuların boğazına çelik halkalar takıldı, dev bentler kuruldu vadilerine, en verimli toprakların dibinde siyanürle altın arandı, taş ocakları için nice dağlar patlatıldı, gökyüzünü sanayi bacalarından salınan ölümcül gazlar kapladı, yeşilin yerine metalin, çiçeğin yerine betonun, insanın yerine kazancın hükmettiği bir küresel
köy burası. Ankara var mı diyorsunuz? Suyunu kullandığınız Kızılırmak vadisini bir görseniz, on binlerce yıldır uygarlıkları besleyip sulamış o güzelim ırmağın kadim yatağını... İnanın o zaman bu soruyu sormazdınız bana. Belki de bildiğiniz gerçeği bana söyletmek istediniz. “Su çürüdü” demişti ya Ahmet Telli...
PÖ: Distopya ögesini biraz daha açmak istiyorum. “Manves City”de insansız, terk edilmiş gibi duran, bina denizini andıran, kahramanın giriş kapısının nerede olduğu bile kolayca bulamadığı bir fabrika var, işçilerin yerini yavaş yavaş robotlar almakta, direnen çok az sayıda işçi var, onlar da seslerini kimseye duyuramıyor. Fabrikanın etrafında ise ruhunu yitirmiş bir
kent var. Manves City bu açılardan Germinal'i aklıma getirdi. Bu kaotik düzende insanı nereye koydunuz?
LT: Aklınıza Émile Zola’nın gelmesi rastlantısal değil. Görmeye gözümüzü kapattığımız zamanı geniş gerçeği yakın plan “çekmek” istedim. Gözün içine işleyen yansısını da göstermek, bireyde ya da toplumsal ruhta bıraktığı izi de kaydetmek ve böylece yaşayan bir insanlık durumu betimlemek istedim. Buna distopya demek yerine yaşanan
gerçeğin çıplak hali demeyi yeğlerim. Ama
böyle giderse nasıl korkunç bir felakete doğru gitmekteyiz! Böyle düşünmekte haklıyız; ama bir kâbusa dönüşüyor her masum gelecek duygumuz. Peki, ütopyamız ne diye sormaz mıyız? “Umut ilkesi” bana ilk önce şöyle dedirtiyor: İnsanlık bu kadar aptal olamaz!
PÖ: İşçilere bir lütufmuş gibi verilen, en ufak bahaneyle geri alınan sınırlı haklar, zorlu çalışma koşulları, uğradıkları hak kayıpları... Bunları göz önünde tutarak Germinal'in yazıldığı günden bugüne işçilerin yaşam koşullarında bir iyileşme olduğunu ya da olacağını düşünüyor musunuz?
LT: Zola’nın Germinal’inden önce Dickens’ın Kasvetli Ev’i var. Yaklaşık aynı tarihler ama ikisi de vahşi kapitalizmin acımasız yüzünü, insan ve doğa sömürüsünü çok boyutlu öğeleriyle, dahası en ince ayrıntısıyla işlerler. Türkçede bu türden anlatıların başyapıtı Bereketli Topraklar Üzerinde’dir; Steinbeck’in Gazap Üzümleri’nden bir süre sonra. Bunların hepsinde de makineler insana yabancı bir üretim aracı olduğu kadar bir kötülük aracı olarak belirmiştir kalabalık işçi kitlelerinin gözünde. “Makinakırıcılık” diye bir akım bile başlamıştı ya... “Bize her şey geç gelir” demişti Cemal Süreya, “1927 krizi bile geç geldi” diyordu, o müthiş ironisiyle; vahşi kapitalizm de geç geldi ama ne geliş! Birazcık olsun vahşetten uzak kalamaz mı, bu kadar mı açgözlüdür patronlar ve her iktidarda hortlar gibi çıkan yeni vahşiler? Doğadan, insandan geriye bir şey kalmayacaksa ne yapacaklar bu hayatı? İstanbul Havalimanı’nda yaşananlara bakın. Bir sömürge ülkesinde esir köleler bile böylesine maruz kalmamıştır.
PÖ: Yaşadığımız bu sorunlar aynı zamanda tarımdan sanayiye hızlı geçişin de sorunu ve geri dönüşü olmayan bir süreç. Evrensel bir yönü de var. “Bereketli Topraklar Üzerinde” böyle bir örnek. Erice’ye gelirsek, dünyanın başka bir köşesinde de var olabilecek bir kent. Şirketlerin boyunduruğu altında, insanların yoksulluk içinde, çok zor koşullar altında yaşadığı yerler var. Buraya nasıl gelindi? Bu açıdan, sanayi kentlerinin geleceği hakkında neler düşünüyorsunuz?
LT: Ne kadar zor bir soru bu Pınar! Ama şu görü var elimizde: Bu üretim ilişkileri, bu üretim biçimi, bu toplumsal yapılanış böyle doğayı, kadını ve çocuğu odağına almadan, bu üç varlığın yaşamsal çıkarlarını en üstte tutmayı baş koşul saymadan, bu dertleri düşünmeden ne yaparsak yapalım her şey daha kötüye gidecektir. Bu sanayi kentlerinde de kırda da, Güney’de de Kuzey’de de... Bence böyle...
PÖ: Doğayla da içiçe anlattığınız kentler. Bir yanda doğal güzellikler var, diğer yanda onları ısrarla yıkmaya, yok etmeye çalışan güçler. Bunlarla mücadele, günümüzde de sürüyor. En çarpıcı örneklerden biri Hasankeyf. Sizce bu mücadeleyi kim kazanacak?
LT: Kısa sürede kimin kazandığı belli; ama uzun vadede?
PÖ: “Sürüklenme”de şefkatle yaklaştığınız sezilebilen karakterlerden biri de Karaca. Hayvan olan karaca ile benzer yönlerini de bulmak mümkün. Fransız yazar Pierre Schoendoerffer’in “Krala Veda” romanındaki karaca tanımı
geldi aklıma: “Karaca garip, sevimli, küçük bir hayvandır gerçekten, ama öylesine gariptir ki, şaşkınlığından gider kendini kovalayan avcının kucağınadüşer.”diyorSchoendoerffer. Romanda var olan düşmanla kuşatılma, tehdit altında yaşama ile ilgili neler söyleyebilirsiniz? Böyle bir ortamda özgürlük nasıl mümkün olabilir?
LT: Ben de zaten bir masumiyet ve bunun kaybı gibi bir imgenin etkisindeydim Karaca’mı düşünürken ve yazarken.
PÖ: “Sürüklenme”de tesisteyken sürekli ambulans geliyor, birilerini alıp götürüyor, “Manves City”de karakterlerin tepesinde sık sık dolanan bir helikopter var. Ülke gündeminde ne yazık ki ambulans sireni ve helikopter gürültüsü, duyma sıklığına alıştığımız araçlar oldu artık. Romanlardaki ambulans ve helikopter simgeleri hakkında neler söylemek istersiniz?
LT: Bu iki romanda da serüven kurgusunun kapalı ama vazgeçilmez göstergeleri olarak da işlem gördüler.
PÖ: “Manves City”de beni çok etkileyen “çoktan ölmüş olanlar” yani beklentisizlerle ilgili bir bölüm var. Sürüklendiğimiz noktada beklentisini yitirmiş olanların giderek çoğaldığını söyleyebilir misiniz?
LT: Sürüklenme’de de Çaredar’ı öldürmeye karar verdiğimde içim cız etmişti; bu sorunuzla o ânımı hatırladım. Ama benim işim hakikate bağlı kalmak olmalı; elimden geldiğince. Size eski bir hikâye anlatmak istedim ben de burada. Pertev Naili Boratav’ın Halk Hikâyeleri ve Halk Hikâyeciliği adlı kitabında okudum ve çok etkilendim: “Dinleyici muhitinin arzularını âşıkların yerine getirmek mecburiyetinde olduklarına en güzel misal, ihtiyarların müttefikan (anlaşarak) tevsik ettikleri bir rivayet veriyor. Bundan 140 sene evvel, 1800’de sağ bulunan Tüccarî zamanında, hikâyelerimizin birçoğu, sevdalıların muratlarına kavuşmadan ölmeleriyle sona erermiş; bunlar Kerem ile Aslı ve divan edebiyatından Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin tipinde hikâyelermiş. Birçok köylerde ve kasabalarda, yeniçeri ağalarından, köy kabadayılarından buna kızıp, hikâyesinde sevdalıları birbirine kavuşturmayan hikâyecileri dövenler, vuranlar ve öldürenler olmuş. Bunun üzerine Kars ve havalisi âşıkları toplanmışlar ve bütün hikâyelerin sonunu, hasretleri birbirine kavuşturup muratlarına erdirecek şekilde değiştirmeye karar vermişler. Bu tarihten itibaren sevdalıları birbirine kavuşturmayan veyahut ölümle nihayetlenen hikâyelere rastlamıyoruz. Yalnız Kerem ile Aslı hikâyesi istisna teşkil ediyor. O, asli karakterini muhafaza etmektedir. Fakat söylendiği nadirdir; bir telakkiye göre, âşıklar bu hikâyeyi anlatmayı günah addediyorlar.”
*HİKİ: Her İşe Koşan İşçi
Yorumlar (0)