Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya
Tuzlu Nehir

"Sürekli kafasına sert sert vuruyor ve neden bunu yaptım diye bağırıyordu.
Kaçakçılar kırık dökük tekneyi kullanması karşılığında bedava yolculuk
yapmasına izin vermişler. Kampa geldiğinde üstünü değiştirmek istemedi. Tüm
bu insanları öldürebilirdim diye bağırıyordu. “Tuzlu nehri geçmek kolay olur
sanmıştım” dedi ve yıkıldı. İnsanlara bunu söylüyorlarmış: yolculuk kolay; tuzlu
bir nehiri geçmek gibi..."

Bir laf vardı hani... "Cana geleceğine mala gelsin". Vardı diyorum çünkü artık can demek mal demek. Belki bu durum, özellikle tarımsal toplum sonrasında, kimileri için geçerliliğini hiç yitirmedi. Ama yine insanlık tarihi boyunca bu kadar derin bir ikiyüzlülük de görülmedi. Otoriter ideolojiler kendilerinden olmayanı baskı ile gaddarca dışlarken en azından taraflar ve taraftarlar belli. Bugün çarpıklıkla beraber yanyana duruyorsun. O kadar açıkça, o kadar gizlenmeden duruyor ki; sanki en başından beri seninle beraber ve senin bir parçan gibi. Neden farkında değiliz?

Mülteciler artık egemenler için pazarlık konusu. Memleketlerinden kaçan insanlar bu oyunda birer piyon. Ege'ye açılan her tekne devlet stratejilerinin bir parçası. "Gerekirse otobüslere bindirip sınırınıza bırakırız" diyenlerin karanlık bilinçaltlarının ete ve kemiğe bürünmüş halleri. Adı lazım değil partinin şahini bağırıyor: "Biz göndermiyoruz ki kendileri kaçak yollarla gidiyor". Yine ölenler sorumlu; hırsızın hiç ama hiç suçu yok. Ölmek mülteci olmanın fıtratında. Yalancılık, ahlâksızlık ve alçaklık da sizin yobaz meşguliyetinizin fıtratında. Bizim değil sizin lafınız.

Midilli Adası mülteciler için Türkiye'den Yunanistan'a geçişin kilit noktalarından birisi. İki sözde düşman ülke arasında 15 kilometre var ya da yok. İnsanlık ayıbı ise herhangi bir yazıya dökülemeyecek kadar gerçek üstü ve büyük... NATO'yu, Avrupa Birliği'ni, Frontex'i, ulus devletleri ve genel olarak siyaseti bir kenara bıraktık ve bu adaya mültecilerle dayanışmaya giden A. ile gündelik yaşamı konuştuk. Verdiği her cevap başlı başına ayrı bir söyleşinin konusu

SOLFASOL: Midilli'ye geldiğinde ilk dikkatini çeken neydi?

A: İlk deneyimi daha adaya inmeden uçakta yaşadım. Sahil şeridine baktım yukarıdan. Her taraf turuncu renkle parlıyordu; can yeleği turuncusu. Sekiz kilometrelik kumsalda sekiz kilometrelik turuncu bir hat. İşte ilk şoku yukarıda geçirdim. Havaalanına indiğimde yine gözüme ilk çarpan can yelekleri oldu. Sağda solda her yerde.

Ve tabii ki mülteciler. Özellikle adanın merkezinde. Çalışacağım sahil köyüne doğru yola koyulduğumda bizi yol boyunca yine merkeze ilerlemeye çalışan mülteciler karşıladı. Arabayla bir buçuk saat süren ama adaya henüz ulaşmış yorgun mültecilerin yürüyerek kat etmeye çalıştığı uzun bir yol.

Kampa ilk vardığında bu işin altından nasıl kalkarım diye düşünmüyorsun. Bir anda kendimi herşeyin ortasında buldum. Her şey yüzünüze çarpıyor ve olayın gerçekliği bir anda öğretiyor size ne yapmanız gerektiğini.

Bu anlattıklarım mültecilerin Midilli'ye ilk gelmeye başladığı zamanlardan. Şimdi işler daha organize bir şekilde ilerliyor. Otobüs ve minibüsler sahildeki kamplarla adanın merkezi arasında gidip geliyor. Sahildeki can yeleklerini sık sık temizliyorlar. Organizasyon şimdi daha "çevreci". Ayrıca önemli biri adaya geldiğinde ada daha da bir temiz oluyor!

SOLFASOL: Kamplardan bahsettin. Mülteciler hangi kampa geleceklerini ya da adanın hangi tarafına gelmenin daha iyi olacağını nasıl biliyor?

A: Mülteciler değil ama insan kaçakçıları biliyor. Oldukça organize çalışıyorlar ve duruma hakimler. Mesela Kasım ayının ortasını hatırlıyorum. Yunanistan Başbakanı Tsipras Türkiye'yi ziyarete gitti. Bu ziyaret süresince mültecilerin adaya gelmeyeceğini hemen tahmin ettik ve beklediğimiz gibi de oldu gerçekten. Bu bir iki gün içinde ortalığı toparladık, eşya deposunu düzenledik, vs. Başbakanın ülkeye dönmesiyle mülteciler de tekrar gelmeye başladı Midilli'ye.

SOLFASOL: Adada günlük yaşamınız nasıl?

A: Hangi nöbette olduğunuza bağlı. Ben sabah erken çalışmaya başlıyorum. Günün ilk saatlerini kendime ayırmaya dikkat ediyorum ve kendimi hazırlıyorum. Daha sonra geceyi sahilde tekneleri bekleyerek geçiren dayanışmacılarla yer değişitiriyorum. İhtiyaca göre çay ve çorba hazırlıyorum. Bu sırada da kampın eksikliklerini gidermeye çalışıyorum. O sırada zaten gelenleri karşılamaya başlıyoruz. Sakin bir günde akşama doğru kaldığım yere dönüyorum. Yoğun bir günde ise nöbet yok. Bir günde 60 ya da 100 adet tekne karşıladığımız oldu.

Denizdeki kurtarma ekibi ile sürekli iletişim halindeyiz. Tekne yaklaşmaya başladığında bize haber veriyorlar ve hemen hazırlıklara başlıyoruz. Eğer tekne başka bir kampa doğru yönelmişse o kampın ihtiyaçları doğrultusunda oraya gidiyoruz ya da bazen başka kamplardan bize destek için geliyorlar. Kurtarma ekibinin kıyıya yanaştırdığı tekneden mültecileri alıp can yeleklerini çıkartıyoruz ve kampa yönlendiriyoruz. Burada kuru giysiler veriyoruz ve doktorlar hemen gelip kontrollerini yapıyor. Ve yemek ve içecek sağlıyoruz. Elimizdeki imkanlar doğrultusunda içinde hijyen ürünlerinin, temiz iç çamaşırların ve biraz da yemek-içeceğin olduğu bir çanta veriyor ve hareket edebilecek durumda olanları bir sonraki durak olan UNHCR - (The UN Refugee Agency, B.M. Mülteciler Yüksek Komiserliği) kampına yönlendiriyoruz. Mültecilerin büyük çoğunluğunun gittikleri ana kamp orası.

Tam bu noktada çalışma prensiplerimizle ilgili bir ayrıntıya dikkat çekmek istiyorum. İlk olarak hayati bir tehlike olmadığı sürece asla bir bebeği ya da küçük bir çocuğu ailesinden ayırmıyoruz. Hem ailenin hem de çocukların sakinleşmesi açısından da bu çok önemli. İkinci olarak adaya gelen mültecilerin din ve kültürlerine son derece saygı duymaya çalışıyoruz. Genel bir çalışma kuralı olarak erkekler çocuk ve kadınların bulunduğu ve kuru giysi ve yemeklerin verildiği kamp bölgesine girmiyorlar. Ayrıca vücut temasını en aza indirmeye çalışıyoruz. Ama karşı taraftan bunun onayını aldıktan sonra bu çok da önemli bir durum değil.

SOLFASOL: Gün ne zaman bitiyor?

A: Gelen son tekne ile. Ve aslında tabandan gelen dayanışma grupları ile orada çalışan sivil toplum kuruluşları (STK) arasındaki temel farkı bu belirliyor. Biz kampı nöbetçiler dışında terk ederken sivil toplum kuruluşlarının belirli bir zaman çizelgesi var ve günün yoğunluğundan bağımsız olarak bu çizelgeye uyup yaşadıkları yere geri dönüyorlar.

SOLFASOL: STKlar geri dönüyor...

A: Evet STKlar geri dönüyor. Beklenildiği gibi gün içinde oldukça yoğun çalışıyorlar ancak çalışma ve dinlenme zamanları arasında kesin bir ayrım var. Bir yönden bakıldığında aslında enerjilerini toplamaları ve diğer güne daha hazırlıklı başlamaları açısından oldukça mantıklı bu hareket. Ancak bazı günler o kadar çok tekne geldi ki, dayanışma grupları bu yükü kaldıramadı çünkü STK çalışanları orada yoktu.

SOLFASOL: "Boş" vakitlerinizi nasıl değerlendiriyorsunuz?

A: Sakin bir gün geçiriyoruz diyelim. Nöbetler kendi seyrinde devam ediyor. Ayrıca depoları düzenliyoruz. Tüm kutuları açıp üzerinde yazanlarla eşleştiriyoruz, kampın eksikliklerini belirleyip not alıyoruz, temizlik yapıyoruz, çadırları suya biraz daha dayanıklı hale getirmeye çalışıyoruz, kamp ateşi için odun topluyoruz, kendimizin ve diğer gönüllülerin çamaşırlarını yıkıyoruz... Yok gönüllü kötü bir kelime oldu.

"... Çocuğum olup olmadığını sordu. Bir tane senin yaşlarında kızım var dedim. "Peki ya kocan" diye devam etti. Kocam yok dedim. Anlamadım dedi, "öldü mü?" Hayır dedim. "Ben hiç evlenmedim". Belli belirsiz güldüğünü gördüm. "Gerçekten mi?" dedi heyecanla: "Çok sevdim burayı. Ve iyi ki annem İngilizce bilmiyor"

SOLFASOL: Neden?

A: Bu kelime dayanışma grupları arasında bir tartışma konusu haline geldi; gruplara dahil olanlar artık gönüllü olarak adlandırılmıyorlar. Eskiden "gönüllü" çok güzel bir kelimeydi. Ancak özellikle Atina'da Olimpiyat Oyunları'nın organizasyonu sırasında ve Milano'da Expo'ya hazırlık sırasında gönüllülerin emekleri büyük oranda sömürüldü. STKlar bu kelimeyi kullanmakta bir sıkıntı çekmiyor ancak tabandan gelen dayanışmacılar artık gönüllü olarak adlandırılmıyor.

SOLFASOL: Tamam bu kelimeye dikkat ederek devam edelim. Dayanışmacılar adada ortalama olarak ne kadar kalıyor?

A: Özel yaşamına ve sorumluluklarına bağlı olarak değişiyor kaldığın süre. Pek çok kimse bir ay kadar çalışıyor. Ama bazıları en başından beri orada ve bazıları da sadece bir haftalığına. Ayrıca Midilli'de okuyan öğrenciler ve diğer ada sakinleri özellikle hafta sonlarında bize destek veriyor.

SOLFASOL: Bu soru için güzel bir geçiş oldu. Adaya mültecilere destek için gidenlerin genel bir profili var mi?

A: Bu herkes olabilir. Bizim kampta oldukça uluslararası bir ortamda çalışılıyor. Doğal olarak süreç Yunan dayanışmacılarla başladı ama daha sonra çeşitlilik hemen arttı. Hatta bazen bazı mülteciler kalıp bir süre yardım ediyor bize. Sosyoekonomik olarak yaklaşmak gerekirse STK çalışanları tabandan gelen dayanışmacılara göre daha yüksek bir gelire sahip diyebiliriz. Ama oldukça geniş bir genelleme bu. Mutlaka bir gözlem yapacaksak gelir seviyesi yüksek olanların yabancı, ellilerinde ve kadın olduğunu söyleyebiliriz. Yaş grubu olarak bakarsak 16 yaşından 60 yaşına kadar herkesi görmek mümkün.

SOLFASOL: Adada çalışan gruplar arasında nasıl bir etkileşim var? Sivil toplum kuruluşları ile tabandan gelen grupların arasını bir kaç kez çizdin. Farklılıkları bir kenara koyabiliyor musunuz yoksa belli durumlarda belirgin anlaşmazlıklara düşülüyor mu?

A: Herşey mümkün. Ve bazı anlaşmazlıklar da oldu aslında. Ama durumun insani boyutunu göz önüne aldığımızda STKlar ile olan sorunları o an için bir kenara bırakıp çalışmaktan başka bir çareniz yok: mültecilerle dolu bir tekne geliyor ve hepimiz oradayız. Bir gün bizim kampa üzerinde çalıştığı STK'nın ismini taşıyan bir görevli geldi. Bir kaç kişi hemen bu adam neden burada diye söylenmeye başladı. Cevabı çok basitti aslında. Görevli kaybolan bir bebekle ilgili gelmişti. İki tarafta da buna benzer davranışlar var ama beraber çalışmaya devam ediyoruz ve edeceğiz.

SOLFASOL: Bu gruplar arasında duyduğun ya da tanık olduğun en büyük sorun ne peki?

A: Mülteci teknesine ilk kim yardım edecek! Kulağa komik gelse de durum bu. Çünkü herkes yardım için orada ve bulundukları süre boyunca değerli olmaya çalışıyorlar. Çocukça belki ama olan bu.

SOLFASOL: Toplarlamaya çalışalım. Bireyler orada, dayanışma grupları orada, sivil toplum kuruluşları orada, devlet orada....

A: Burada duralım biraz. Devlet mültecileri kayıt altına almak için orada. Ve bugünlerde de kurtarma botlarıyla denizde. Ama devlet mültecilere en çok ihtiyaçları olan kuru elbiseleri vermiyor, gıda ve su yardımı sağlamıyor ve hatta bir doktor bile göndermiyor. Kısacası sorunun insani boyutuyla hiç bir şekilde ilgilenmiyor.

SOLFASOL: Tüm bu dinamik yapı ve sorunlar içinde ada sakinleri kendilerini hangi konumda buldular ve mültecilere ne kadar destek veriyor?

A: Midilli mültecilerin kurduğu ve hala kurmakta olduğu bir ada olmasına rağmen yerelin sadece yarısı destek veriyor; bir kısmı durumdan fayda çıkarmaya çalışırken bir kısmı da krizi görmezden gelip yaşamına devam ediyor. Mesela bazıları mülteciler cep telefonlarını kısa süre için şarj etmek istediğinde beş Euro'ya kadar ücret istiyorlar. Ya da yarım Euro'luk suyu iki üç Euro gibi anlamsız fiyatlara satıyorlar. Genelde söyledikleri mülteciler yüzünden yaz ayında gelen turistleri kaybettikleri ve bu yüzden maddi sıkıntı yaşadıkları. Ama söylemedikleri kısım mültecilere yardım için gelenlerin kış boyunca yerel halk için güçlü bir maddi kaynak olduğu ve yaz boyunca olan kayıplarını fazlasıyla karşıladıkları. Tüm bunların karşısında da muhteşem insanlar var beraber çalıştığımız; özellikle yaşlılar. Konuya daha hassaslar. Çünkü onlar da mülteci.

SOLFASOL: Peki yerel halkın STK ve dayanışma grupları ile olan ilişkileri nasıl?

A: Adalıların mültecilerle olan ilişkisinin bir yansıması. Mültecilerden kazanç sağlamaya çalışanlar yardıma gelenleri de sömürmeye çalışıyor. Bazıları da bize güzelliklerini sunmaya devam ediyor. Adaya yardıma gelenler de ya adaya hemen ayak uyduruyor ya da daha yalıtılmış yaşıyorlar. Bir de tek ilgi duydukları mülteci çocuklarla selfie çekmek olanlar var!

SOLFASOL: Gerçekten yapıyorlar mı bunu?

A: Evet gerçekten yapıyorlar. Daha tekneden iner inmez kucaklarına bir çocuk alıp selfie çekip bırakanlar var. Özellikle şunu hiç unutmuyorum. Gelişlerin çok yoğun oIduğu kasım ayıydı. Her yirmi dakikada bir tekne varıyor. Mültecileri bir şekilde sıraya sokup en hızlı bir biçimde bir sonraki tekneye yetişmeye çalışıyoruz. Tüm bunlar olurken bir kadın geldi. Sırada bekleyen bir aileden bebeklerini aldı. Sıranın en önüne geçip üstünü değiştirmesi bebeği için birine verdi —ve selfie—. Sonra bebeği orada bıraktı ve ayrıldı. Birden fazla oldu bu olay aynı kişiyle. Her seferinde uyarımızı yaptık ama o kadar koşuşturmaca içinde çok da fazla duruma müdahil olamadık. Genellemiyorum ama adadaki profillerin çeşitliliğini belirtmek istiyorum.

SOLFASOL: Bu kadını kendi sorunları ile başbaşa bırakıp sana geri dönelim. Bir mülteci teknesinin yaklaştığı haberi geldiğinde ya da sen yaklaştığını gördüğünde ne hissediyorsun?

A: Karakterim bu konuda beni oldukça şanslı kılıyor. Çalışırken oldukça sakinim ama eve dönünce bir anda çöküyorum; kesinlikle mültecilerin önünde değil. Bu insanlara geçirmek zorunda olduklarından dolayı büyük saygı duyuyorum. Bu durumda kaygılı ve hassas olan ben olamam. Ben insanlara yardım etmek için oradayım ve bunu da ancak kendimi düzgün tutarak yapabilirim. Ama diğer yardıma gelenlerin de ruhsal ve fiziksel yapılarına saygı göstererek. Kampa ilk gelenlere şunu söylüyoruz: eğer kendinizi rahat hissetmiyorsaniz tekneyi ilk karşılayanlardan olmayın. En büyük yardımı nerede sağlayabilecekseniz orada olun. Kahramanlığa gerek yok ve aramızda herkes için bir yer var.

SOLFASOL: Mültecilerin yüzlerini hatırlıyor musun yoksa artık bulanık bir yüz mü var senin için?

A: Gözleri hatırlıyorum. O gözleri bir daha unutamam sanırım. Ve gülümsemeler; söylenen güzel sözler ve teşekkürler. Hayır bu insanları unutamam.

SOLFASOL: Daha çok şunun için soruyorum: o kadar sıradanlaştı ki artık bu süreç herkese göçmen diyoruz ama gelen her kişinin özel bir hikayesi, sevdikleri, korkuları vs. olduğunu unutuyoruz sanki.

A: Tabii ki! Bize zorluk çıkaranları nasıl unutabilirim! Kesinlikle kötü anlamda değil espirili yaklaşıyorum. Bazı kadınlar verdiğimiz giysiyi gösterip "ama ben bunu sevmedim" diyebiliyor. Ya da bazen bir erkek kendi ayakkabısını saklayıp bir çift daha almak istiyor. Çok fazla kaynağımız yok. Keşke herkese istediklerini verebilsek. Ama durum ortada. Kimisine sinirleniyorum, kimisiyle mutlu oluyorum, bazen duygusallaşıyorum. Köpeğiyle yalnız gelen yaşlı amcaya ne denebilir! Ama bazı yüzler var beni sürekli kovalayacak olan.

SOLFASOL: Hangi yüzler bunlar?

A: Adada ikinci günümdü. Bir tekne akıntı ile adanının tehlikeli bir tarafına yaklaştı ve kayalıklarda parçalandı. Tam bir karmaşa ve can pazarı. Oraya koştuk ve zaten oldukça yorgun insanları kurtarma telaşına düştük. Ben kendimi 20 yaşlarında sonradan Afganistan'dan geldiğini öğrendiğim bir gencin yanında buldum. Herkes şoktaydı ve ağlıyordu ama bu gencin farklı bir sorunu olduğunu hemen farkettim. Hemen çevirdiler anlattıklarını. Tekneyi kullanan bu gençmiş. Sürekli kafasına sert sert vuruyor ve neden bunu yaptım diye bağırıyordu. Kaçakçılar kırık dökük tekneyi kullanması karşılığında bedava yolculuk yapmasına izin vermişler. Kampa geldiğinde üstünü değiştirmek istemedi. Tüm bu insanları öldürebilirdim diye bağırıyordu. "Tuzlu nehri geçmek kolay olur sanmıştım" dedi ve yıkıldı. İnsanlara bunu söylüyorlarmış: yolculuk kolay; tuzlu bir nehiri geçmek gibi... Güzel bir hikaye de var.

SOLFASOL: Devam et lütfen.

A: Yine çok yoğun geçen kasım ayıydı. Ve yine uzun bir sırada dizilmiş insanlara yardım için koşuşturuyorduk. Üç tane genç kıza denk geldim. Hepsi çok güzeldi. Bir tanesi kırık dökük İngilizce konuşabiliyordu. Çocuğum olup olmadığını sordu. Bir tane senin yaşlarında kızım var dedim. Peki ya kocan diye devam etti. Kocam yok dedim. Anlamadım dedi, "öldü mü?" Hayır dedim. "Ben hiç evlenmedim". Belli belirsiz güldüğünü gördüm. "Gerçekten mi?" dedi heyecanla. "Çok sevdim burayı. Ve iyi ki annem İngilizce bilmiyor."

SOLFASOL: Yardım ettiğin insanlar ayrılırken neler hissediyorsun? Olanları fark edip sindirebilmek için vakit gerekiyor mu yoksa artık "profesyonel" bir şekilde gelen öbür tekneye yardıma mı gidiyorsun?

A: Bazen anlamlandırmak için vaktim oluyor bazen de olmuyor. Ama genel olarak düşündüğüm bu insanların geleceği. Tamam şimdi bu insana yardım ettim ama bir taraftan da sahte bir umut verdim. Giden herkese bol şans diliyorum ve güle güle diyorum ama onlar her şey için çok güzel olacak diyemem. Çünkü belki istedikleri yere varamayacaklar ya da ülkelerine geri gönderilecekler ve bu yolculuğu daha zor koşullarda tekrar deneyecekler. Burada kalanlar için de devletin verdiği büyük bir destek yok. Sadece tabandan gelen küçük dayanışma grupları ve STKlar. Hangi koşullarda nereye varacakları orada bulunan grupların örgütlenmesine bağlı. Bu anlamda yaptığımız iş oldukça önemli.

SOLFASOL: Döndüğünde ertesi gün nasıl oluyor?

A: En kötüsü. Hiçbir şey bir anlam ifade etmiyor. Kızımı gördüğüm için elbette mutluyum. Ama pencereden dışarı baktığımda bir çok insanın ne kadar duyarsız olduğunu görmek ve yaşadıkları sorunların aslında hiç de büyük sorunlar olmadığını onlara söyleyememek üzüntü verici. Döndüğüm zaman işte bu anlamsızlıklarla boğuşuyorum. Gündelik yaşamın anlamsızlıklarına katlanmaya çalışmak acı verici.

SOLFASOL: Tüm bu yaşadıklarından sonra senin için "ev" ne ifade ediyor?

A: Her zaman tanımladığım gibi tanımlayacağım. Ev her yerde. Her yer ev. Hayatımın hiçbir döneminde "işte evim burası" demedim. Babam bir göçmendi. Annemin ailesi de göçmen bir aile. Ben de başka bir ülkede doğdum. Gerçek tüm bu olanlar. Hepsi.

Bu yazı Nisan 2016'da Solfasol Gazetesi'nin 60. sayısında yayımlanmıştır.

Fotoğraflar Maliakos Nikos
Söyleşi Tuna Kalaycı

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış