Ülkü Doğanay ile Söyleşi

Ülkü Doğanay ile Söyleşi Medyanın Ayrımcı Dili Mültecilerin Yaşamlarını Altüst Ediyor

Zişan Kürüm: Medyanın dilinin nasıl olduğu, haberin konusu olanlar ve izleyici/okuyucular açısından bakarsanız neden önemli?

Ülkü Doğanay: Sadece mülteciler değil ayrımcılığa uğrayan, kırılgan her kesim için medyanın dili birden çok nedenden dolayı önemli. Bunlardan birincisi, nefret söylemi ile nefret suçu arasında çok ince bir sınır var. Bunu çok net bir şekilde görüyoruz. Mültecilere ilişkin dönem dönem linç girişimleri ya da linçler yaşanıyor. Mesela medya bunu “mahallede gerginlik”, “tehlikeli tırmanış” gibi başlıklarda veriyor. Aynı zamanda da kavga-kaos görüntüsü eşliğinde veriyor. Bunu yaparken mahallede yaşayanlara mikrofon tutuyor ve onlar da “mahallelinin mültecilerden şikayetlerine yönelik ve onları aslında kriminalize eden bir dil kullanıyorlar çoğunlukla. Bazen gerçekten bir suç işlenmiş oluyor ve bu suçun faili kimi durumlarda mülteci olabiliyor. Ama esas sorun, mültecinin karıştığı bir suç olmasa bile ortada bir suç varmış gibi çerçeveleniyor ve bundan dolayı genel bir grup olarak tüm mülteciler sorumlu tutuluyor. Bu zaten ayrımcılık söz konusu olduğunda medyanın temel stratejilerinden biri. Ayrımcı ya da ırkçı söylemlerin de stratejisi bu: Genelleme. Aslında suçun kişiselliği diye bildiğimiz temel hukuk normu, Türkiye’de pek çok durumda işlemediği gibi mülteciler söz konusu olduğunda daha da işlemez hale geliyor. Oysaki suç oranlarına baktığımızda mülteci ve göçmenlerin karıştığı suç oranı Türkiyelilerden çok daha düşük çünkü herhangi bir suç işlediklerinde çok ağır cezaları var. Zaten tutuklanıyor ama aynı zamanda da sadece kendisi değil ailesi de sınır dışı ediliyor. Şöyle haberler var mesela. Birini bıçaklayan 5 kişi tutuklanmışlar. Ailesinde 30 kişi var hepsi sınır dışı edilmiş. Uluslararası hukuka aykırı aslında böyle bir işlem ama iktidar mülteci demediği, mülteci statüsü tanımadığı için bunu çok rahat uyguluyorlar. Bunda şöyle de bir durum var: Çok küçücük, normalde Türkiyeli birinin yapması durumunda haber değeri taşımayan küçük bir hırsızlık olayı örneğin… Basit bir hırsızlıkta dahi bunu büyük bir haber gibi veriyor hatta bazen birinci sayfadan veriyor. Hatta bazen failin gerçekte mülteci olmadığı da ortaya çıkıyor; ama buna dair haber takibinin de yapılmadığını görüyoruz. Şu örnek dikkat çekici: Mersin’de geçiyordu. 1 Bu ana akım televizyonda da gazetede de haber oldu. Eczane basılıyor ve öyle görüntüler var ki gerçekten de harp yaşanmış gibi yerle bir edilmiş eczane. Bunun bir Suriyelinin yaptığı söyleniyor; oysaki ertesi gün anlaşılıyor ki gerçekten bir ilaç için gidiyor Suriyeli ama yanında tercüme için bir Türkiyeli var. Eczacı muadil ilaç vermek istiyor, tercüman ile tartışıyorlar. Sonrasında tercüman arkadaşlarını topluyor ve eczaneye saldırıyorlar. Pek çok haber kanalı sonrasında düzeltmedi haberi; eczacı bunu yapan Suriyeli değildi dese de bunun haberi yapılmadı.

Zişan Kürüm: Medyanın dilinden en olumsuz etkilenen gruplardan olan mülteciler için nasıl gerçekleşiyor? Nasıl sorunlar doğuyor? Haklar bağlamında nasıl etki ediyor?

Ülkü Doğanay: Mültecilerle ilgili ne haber olmuyor? Bakmamız gereken asıl noktalardan biri bu. Ne haber oluyor, ne haber olmuyor? Bütün o linç olarak adlandırılması gereken olaylar “mahallede gerginlik”, “kıza laf atma kavgası”, “tehlikeli tırmanış” gibi önemsizleştirilerek veriliyor. Oysa ki insanların evleri yağmalanıyor, ateşe veriliyor, grup olarak orada yaşayan bütün mülteciler sürülüyorlar, “polis sabaha kadar evlerini boşaltacaklarına söz veriyor” Haberlere bu kadarı yansıyor, polis onları oradan alıp çıkarıyor ve bilinmeyen bir yere gidiyorlar, nereye gidiyorlar, bunu bilmiyoruz. Evlerini dükkanlarını, yıllarca edindikleri, biriktirdikleri eşyaları geride bırakıp? On yıldır neredeyse burada olan insanlardan söz ediyoruz. Ne biriktirdiyse bırakıp bilinmeyen bir yerde, yeniden bir hayat kurmaya gönderildiğini varsayıyoruz. Asla haber takibi yapılmıyor. Hiçbirine mikrofon uzatılmıyor. Haber kaynağı olarak görülmüyorlar. Çok istisnai. Tabii bunu söylerken ana akımdan bahsediyorum. Mesela Evrensel öyle bir gazete değil. Çok dikkatli gerçekten, özellikle mülteci haberlerini haberleştirme biçimi, haber takibi açısından çok farklı yaklaşıyor. Yine Hale Gönültaş gibi bir gazeteci var mesela bu alanda gerçekten hak haberciliği yapan isimlerden. Bunları dışarıda bırakarak ana akım üzerinden konuşacak olursak, tanıklıklara hiç başvurmadıklarını görüyoruz. “Siz ne yaşadınız” diye sormuyorlar. Bunun istisnasını, bazen iyi örneklerde görebiliyoruz. Kendine iş kurmuş, iş kadını olmuş, fabrika açmış ya da okulda üstün başarı elde etmiş, çok güzel piyano çalıyor mesela. Bunlar iyi örnekler ve bunların basında daha çok yer alması gerektiği konuşuluyor. Ama burada da şöyle bir problem var: Bir yanda iyi örnekler temsili var öbür yanda homojen bir grup olarak tanımlanmış Suriyeliler. Peki bu homojenleştirilmiş Suriyeliyi nasıl görüyoruz?

İnsan kaçakçılığı dramatik olarak haberleştiriliyor ama arkasında yatan suç örgütleri görünmez kılınıyor.

Dramatik olaylarda görüyoruz, suça karıştıysa küçücük bir şey bile olsa görüyoruz. İnsan kaçakçılığı hikayelerinde görüyoruz. Başına gelenin de sorumlusu aslında kendisi gibi veriliyor. İnsan kaçakçısının da Suriyeli olduğundan ya da yabancı uyruklu olduğundan çok sıklıkla söz ediliyor. Bunun arkasında yatan ağ nedir, nasıl işliyor? Buna bakılmıyor. Geçtiğimiz Mart ayında mülteciler sınırlara sürüldüler, o dönemde röportajlar yayınlandı; bir insan kaçakçısı “Yirmi yıldır bu işi yapıyorum, benim mesleğim bu” dedi son derece olağan bir şeymiş gibi. 2 Oysaki örgütlü bir suç söz konusu. Kim göz yumuyor? Bazı dönemlerde o sınırlar nasıl gevşetiliyor da bazı dönemlerde yeniden kapatılıyor. Bir şantaj aracı olarak nasıl kullanılabiliyorlar mülteciler? Bu pazarlık nasıl dönebiliyor? Bunların hiçbirinden bahsetmeden meslek olarak insan kaçakçılığını canlı yayında izledik.

Madem Türkiye’de o kadar rahatlar niye gidiyorlar? Medya bunu hiç sormuyor.

Ya da bir vicdan meselesi olarak tanımlandığını görüyoruz. Mültecilerin göç yollarında ölmeleri bir vicdan meselesi midir? Bu bir vicdan meselesi değil. Ortada olan hukuk ihlallerinin konuşulması gereken bir mesele. Bu insanlar hem ülkelerini terk etmek zorunda kalmışlar hem de şimdi burada kurmaya çalıştıkları hayatı, üstelik ölüm pahasına bırakarak yollara düşüyorlar. Mesela niye yığıldılar Yunanistan sınırına? Hani burada bedava sağlık hizmeti, banka kartı veriyordu devlet onlara, üniversiteye sınavsız giriyorlardı. Plajlarda nargile keyfi yapıyorlardı. Bütün o klişe yanlış bilgiler basın tarafından yeniden yeniden dolaşıma sokuluyor. Madem o kadar rahatlar niye gidiyorlar? Buna dair en ufak bir sorgulama yok. Sadece buna değil, nereden geldiler, nasıl geldiler? Bir savaş ve göç yaşamış insanlar ama hikayeleri yok… Başka neyi görmüyoruz? İstismarı görmüyoruz. Yani çocuk işçileri, mültecilerin kayıt dışı çalıştırıldığı şartlar altındaki istismarı görmüyoruz. Şu anda korona gibi korkunç bir salgının ortasında hiçbir bilgi yok. Ne yaşıyorlar? Her akşam açıklanan şu kadar vatandaşımız hayatını kaybetti sözlerinin arasında onlar da var mı yok mu? Varlarsa bu kadar vatandaşımız denildiği noktada vatandaş değiller, yoklarsa peki onlarda durum ne? Kayıt dışı çalıştıkları için aslında devletin verdiği sınırlı yardımın hiçbirinden yararlanamıyorlar. Kapatılmış iş yerleri, işten atılmalar, izne ayrılmalar vs. bakımından düşünürsek hiçbir güvenceleri yok artık. Bir de çocuk işçilerin durumu var. Mesela sağlık durumlarına ilişkin bir şey bilmiyoruz. Sağlık hizmetlerinden bedava yararlanıyorlar, ilaçlarına bile para vermiyorlar gibi bir bilgi dolaşıyor ama ülkeye ilk giriş yaptıkları yerde bu olanaklardan yararlanabiliyorlar; iş bulduğu, ekmek yediği yerde değil, dolayısıyla aslında çoğu yararlanamıyor.

Medya mülteci çocukların, çocuk işçilerin ne yaşadıklarıyla ilgilenmiyor.

Çocuk işçilerin ne yaşadıklarını bilmiyoruz. Dramatize edilen ve vicdanlara seslenen yazıları ara ara görüyoruz. Ama bunun arkasında yatan sömürüyü görmüyoruz. Çalışma yaşının 5-6’ya düştüğüne dair veriler var ama bunu medyada görmüyoruz. Okul çağındaki mülteci çocukların sadece yarısı okula gidebiliyor ve hangi şartlarda nasıllar, bilmiyoruz. Mesela bu uzaktan eğitim hikayesinin onlar için ne tür bir kabusa dönüştüğünü hiç bilmiyoruz, hiçbir fikrimiz yok. Ne kadar ulaşabiliyorlar? Zaten dil bariyeri ile boğuşan, zaten misliyle ayrımcılık yaşayan çocukların şu anda ne durumda olduğuna dair hiçbir veri, bilgi, enformasyon, paylaşılan bir şey yok.

Medya kadın ticaretini suç olarak görmüyor.

Genel olarak kadınların ne yaşadığını da bilmiyoruz. Evdeki şiddet, korona günlerinde nasıl yaşandı ama mülteci kadınlar için başından beri durum böyle, onların gerçekte ne yaşadıklarını medya bize söylemiyor. Sıkça “Suriyeli gelin altınları aldı, kaçtı.” haberlerini görüyoruz. 3 Özellikle ilk geldikleri yıllarda 2011-2015 arasında yerel ve ulusal basında “Türkiye onlar için Paris, o yüzden yaşlı erkeklerle ikinci üçüncü eş olarak evlenmekten gayet memnunlar” gibi, ana akım basında Hürriyet gazetesi de dahil olmak üzere haberler yayımlandı. Bu haberlerde kendisine üçüncü eş olarak Suriyeli gelin almaya çalışan adamla röportaj yapıldı. “Dinimiz bunu uygun görüyor, ben de Suriyeli alayım dedim.” diye açıklamada bulunuyor. Bu kadınları birtakım kataloglardan seçtikleri, hangi yaş grubundaki kadının, kaç paraya alınabildiği açıklandı... “Kocanı sakın kızdırma, Suriye’den gelin alır” diye başlık atıldı. Kadın ticareti diye bir suç yok mu? İnsan kaçakçılığı suçsa kadın ticareti de suç. Katalogdan yaşına göre şu kadar para ödenerek bir kadın, eş olarak para karşılığı evliliğe zorlanıyorsa suç olan bu. Ama biz altınları alıp kaçan kadını eş alan Türk erkeğinin mağduriyetini gördük. Hala dönüyor bu haberler zaman zaman.

Zişan Kürüm: Çoğu zaman da çocuk o kadın denilen…

Ülkü Doğanay: Evet tabii. Kamplardan çıkarılıp evlendirilen kız çocuklarının, kadınların ne yaşadığını bilmiyoruz. İki-üç ay evli kalıp sokağa atıldıklarının ve sonra fuhuşa zorlandıklarının bilgisine ulaşıyoruz ama bunları medya bize söylemiyor. Genel olarak hak ihlallerini görmüyoruz. Sadece dramatik, çoğu zaman ötekileştirici ve düşmanlaştırıcı… Sadece Türkiye’de değil dünyada da pek çok yerde böyle.

Zişan Kürüm: Bu etkinin kırılması dili değiştirmekle mümkün mü? Medyanın üzerine düşen ne?

Ülkü Doğanay: Şunu kabul etmek lazım neredeyse 9-10 yıldır Türkiye’de yaşıyorlar. Bir kere zaten 3.5 milyonun üzerinde Suriyeli mülteci var bunun 2,5 milyonu 30 yaşın altında. 18 yaşın altında olanın sayısı 1.6 milyondan fazla.

Zişan Kürüm: Burada doğup Suriye’yi hiç görmemiş olanlar var bunların arasında…

Ülkü Doğanay: 18 yaşın altındakiler çocukluğunu burada geçirmiş ya da burada doğmuş demek; başka bir ülke yok bildikleri. Gitsinler, evlerine dönsünler, gitsin orda savaşsınlar denilen insanların bildiği başka bir yer, başka bir ülke yok. Oysa ki sürekli bir ayrımcılığa uğrama, en aşağıdakinin de altında bulunma hali, sürekli bir istenmeme, suçlanma durumu... Korona zamanı bile “Sizin yüzünüzden hasta oluyoruz,” diye suçlanıyorlar.

Zişan Kürüm: Aşı kampanyalarında da benzer bir şey yapıldı…

Ülkü Doğanay: Tabii tabii “çocuklarımızı hasta ediyorsunuz” denildi. Bu durum içe kapanmaya, toplumla ilişkisiz kalmaya yol açıyor. Sınırlarda yapılan söyleşilerde “Türkiye’ye asla geri dönmek istemem, öleceğimi bilsem geri dönmek istemem” gibi laflar söylüyorlar. Çünkü sürekli bir nefretle karşılaştılar. Sömürü ve hak ihlali… Bunlar kaçınılmaz olarak marjinalleşmeyi, belki aşırı dinselleşmeyi tetikleyecek şeyler. Aynı topraklarda yaşayan iki ayrı halk olarak birbiri ile ilişki kurmadan ve birbirine kin besleyerek var olmayı tetikliyor. Bu çok tehlikeli bir şey. Burada medyanın dili tabii ki değişebilir, bu zor değil. Özellikle böyle kritik konularda ne politik yandaşlık ne de hamaset belirleyici olamaz. Hak odaklı perspektif geliştirmek gerekiyor. Yani böyle meselelerde çok tıklanma, çok okunma arzusu gazetecinin temel refleksi olamaz. Bir kere nefret suçu ile nefret söylemi arasında çok ince bir çizgi var. Siz gazetede bir şey yazarak hedef gösterirsiniz, öbürleri gidip dükkanlarını yakar. Daha önce Türkiye bunu çok yaşadı. Bu hassas çizgide dilin değişmesi ve dilin hak ihlallerine sebep olacak bir perspektiften uzaklaşması gerekiyor. Bunun çok basit yolları var. Haber takibi yapabilir. Gazetecilere söylediğinizde “Ama onlar Türkçe bilmiyor, konuşamıyoruz” diyorlar. Hiç öyle değil, çoğu artık dil biliyor özellikle çocuklar çok iyi biliyorlar. Ayrıca hem mültecilerin kurduğu hem de mültecilerle birlikte çalışan çok sayıda sivil toplum örgütü var. Mülteciye gidilemiyorsa en azından bu derneklere gidip “ne oldu burada, siz ne diyorsunuz” diye sorulabilir. Haber kaynağı olarak artık görülmeleri gerekir mültecilerin. Daha ileri gideyim. Arapça bilen gazeteci, muhabir istihdam edilmesi gerekir. 3,5-4 milyon bir nüfustan söz ediliyorsa Arapça bilen, Suriyeli gazeteci çalıştırılması gerekiyor. Tabii hiçbiri yapmıyor, zaten diğer alandaki muhabirleri de çalıştırmadıkları için onu da yapmıyorlar. Bunu yapamıyorlar madem haber kaynaklarını çeşitlendirebilirler. En temel gazetecilik ilkesi; bir olayı farklı yanları ile ele almaktır.. Yoksa bunun varacağı şey, toplumda her alandaki kutuplaşmaya bir yenisini eklemek olur; bu çok riskli, böyle devam etmesi bir çatışma, gerilim ortamına yol açacaktır. İki tarafın birbirini hiç anlamadığı, hiç kesişemeyeceği, hiç diyaloğa giremeyeceği ve de hiç saygı duyup hoşgörü gösteremeyeceği bir topluma götürür.

1 https://www.hurriyet.com.tr/video/sopa-ve-parke-taslariylaeczaneye-boyle-saldirdilar-40882937

2 https://www.youtube.com/watch?v=HjKIA1Pml9Q

3 https://www.hurriyet.com.tr/gundem/suriyeli-gelin-dugun-oncesialtinlarla-kacti-30153212

Yazar Zişan Kürüm
  • Paylaş