Akan bir ışık ve enerji...
Eğer insanlar birbirlerinin yüzlerini görmezlerse, üçer-beşer, ya da daha büyük bir sınıfta, ya
da daha büyük bir protesto yürüyüşünde, ya da çok daha küçük bir kabarede veya tiyatroda, sinemada bir araya gelmezlerse, ne düşündüklerini birbirlerine söyleyemezlerse ve tartışamazlarsa, ne olur?
Bu mahallenin veya sokağın kedileri ve köpekleri ne olacak, kuruyan ağaçlar ve çürüyen park ne olacak, diye birlikte düşünemezse ne olur?
Ya da üretimin nasıl yapılacağını, bir tek “patron”un iki dudağının arasından çıkan sözler belirlemeyecekse, ne üretileceği, nasıl üretileceği ve ürperecek insanların nasıl bir ücret alacağı
ve ücretini almanın dışında toplumsal ve insani ihtiyaçlarına yönelik örgütlenmelerin nasıl olacağı filan hiç düşünülemez ve konuşulamazsa...
Yani ne bir sendika toplantısı, ne bir kooperatif toplantısı, ne bir sivil toplum örgütü toplantısı düzenlenebilirse; ne bir tiyatro, ne bir kafe, ne de bir kitapçı açık kalırsa sokaklarda, metroların taşıma kapasitesine gerek kalmaz, vapurlar
bir yakadan bir yakaya insanları ulaştırmaz ve resim galerine hiçbir sanatçı gelip sergi açmaz
ve performans yapmaz ve üniversitelerin hiçbir amfisinde ya da laboratuvarında başka bir ülkenin üniversitesinden ya da araştırma kuruluşundan gelmiş biri, ders ya da konferans vermezse, üniversite öğrencilerinin dersliklerine kantinlerine gerek ve hatta olanak kalmazsa, o coğrafya üzerindeki o yerleşim, bir “kent” olur mu?
Sokaklarında ve meydanlarında korkarak yürüyen, herkesin bir maske arkasına saklandığı ve bir an önce kendi küçük odasına kaçmaktan başka bir şey düşünmeyen, bütün okulları ve kültürel kurumları kapatılmış, yurtları boşaltılmış, terminalleri sessizleşmiş, hastaneleri sadece güçlü bir felaket darbesine hazırlanmış, düşünmeye- tartışmaya çalışan kentlilerin bütün toplantıları iptal edilmiş, bütün canlılığı ve ruhu gitmiş ve renksiz, kendilerinin gölgesine dönüşmüş/ kendilerini yalıtmaya koşan insanları, o insanların hortlaklaştırdığı kentleri, virüsler mi yaratıyor?
Yoksa devlet bize şöyle mi diyor? “Hızla bulaşan bir virüsten korunmak istiyorsanız, kendinizi yalıtın. Bu en iyi yöntemdir ve hastalığa yakalanmaktan sizi korur. Buna yardımcı olmak için, kontrolümdeki bütün iletişim araçlarıyla neyi nasıl yapacağınızı ve yapmayacağınızı, size ben göstereceğim ve söyleyeceğim.
“Ne bir sendika toplantısı, ne bir kooperatif toplantısı, ne bir sivil toplum örgütü toplantısı düzenlenebilirse; ne bir tiyatro, ne bir kafe, ne de bir kitapçı açık kalırsa sokaklarda, metroların taşıma kapasitesine gerek kalmaz, vapurlar bir yakadan bir yakaya insanları ulaştırmazsa, o coğrafya üzerindeki o yerleşim, bir “kent” olur mu?”
“Uyarsanız iyi olur. Uymazsanız, bilimsel olarak biliniyor ki, virüsün yayılma hızı şudur. Sağlıklı insanlara bulaşma hızı şudur. Virüs bulaşmış insanların ve özellikle risk gruplarını ölüm hızı şudur. Bu, bütün dünyayı tehdit eden ve eğer önlemlere uyarsanız, bizim milli sınırlarımızın içinde etkili olmayacak olan bir ölümcül hastalıktır. Paniğe kapılmanızı önlemek için telefon mesajlarınızı, sosyal medyayı ve diğer bütün haberleşme organlarını, sizin iyiliğiniz için denetleyeceğim.
“Devletinize güvenin.”
Söylenenlerin hepsinin doğru olduğunu ya da olabileceğini düşünelim. Geriye ne tür bir yurttaş profili, ne tür bir insan kalıyor?
Aynı olgu üzerinde, yeniden düşünelim: Bir virüs var ve özellikleri, etkileri ve verebileceği zararlar hakkında, henüz her şeyi tam olarak bilmiyoruz.
Bilim insanları, bilimsel çalışmalar var ve bütün güçleriyle, virüsün verebileceği zarara karşı savaşıyorlar ve topluma, şimdilik ne yapabilecekleri hakkında bilgi veriyorlar. Bireyler, hasta olmak istemiyor ve kendilerini korumak istiyor.
Gerçekte bu, bir savaş durumu da olabilir, göç veya göç ettirme, ekonomik kriz, ya da ekolojik bir felaket, bir tsunami, kasırga, sel veya deprem ertesi ya da nükleer bir patlama sonrası da...
Böyle bir salgın ya da afet veya savaş durumunda, toplumun davranışı ve tepkisi, kentlerin ve kırların hali, insanların korunma içgüdüsü, böyle bir durumun boyutları ve bileşenleri, anlamları ve sonuçları ortaya çıkartır. Böylesi anlar ve durumlar için, olayı farklı kanatlardan ve bakış açılarından yorumlayan politikacıların, yöneticilerin, düşünürlerin, bilim kişilerinin/ felsefecilerin, sanatçıların ve insanlığın ortak mirasının yarattığı, kuşkusuz çok zengin bir birikim var.
Seçilecek yol tek ve biricik değil; çok çeşitli olabilir. Bu durumda ne yapılacak? Her yapma biçiminin farklı anlamları olabilir ve farklı yerlere varacak sonuçları...
Evet, virüs kötücül bir virüs. Biliyoruz ki, yaratabileceği sonuçlar, en azından bu sonuçlara dair tehdit, çok korkutucu. Riskin yüksek olduğu durumlarda kurallara, emirlere, yönergelere, yasaklara uymak, kaçınılmaz bir gereksinim midir? Ama uymazsak, ne yapacağız? Ne yapabiliriz?
Ne oluyor? Nelerin olmasını bekliyoruz?
Nelerin olması riski yüksek ve hemen ve yarın ve yarından sonra, neler yapılmalı? Bunları bize kim söyleyecek? Bir otoritenin, ne yapılması gerektiğini belirlemesi, bildirmesi ve uygulaması, tek çaremiz mi? Yoksa bunlar üzerinde, biz kendimiz için başka çıkışlar tartışıp tanımlayabilir miyiz?
Eğer kendi geleceğimizi, kendi sivil ama toplumsal aklımızla belirlemeye kalkarsak, bu çok zayıf ve etkisiz olmaya mahkum mudur? Eğer böyle yaparsak, çok daha büyük bir belirsizlik ve kaos ve sonuç olarak, toplum için daha büyük bir zarar mı yaratmış oluruz?
Eğer özgüveni ihmal edersek ve itaatkar olursak, çözüme daha çabuk ve kestirmeden mi ulaşırız?
Bütün bunları konuşmaya-tartışmaya daha hazırlıklı olmalıyız. Bir önlemi alırken, olumlu ve büyük güçlüklerle inşa edilmiş kırılgan bir şeyi de yıkabileceğimiz, bozabileceğimiz durumlarda, toplum olarak/ birey olarak, ne yapacağız, nasıl davranacağız? Eğer o narin ve nadide şeyin yıkılmasını göze alıyorsak, yeniden inşasını da planlamalıyız. Bugün virüsün, dünyanın bütün kentlerini ele geçirmesine, izin veriyorsak ya da kırp-dökmeyi göze alarak ondan kaçıyorsak, yarın o kırılgan ve zor elde edilmiş yapıları/ ortamları/ inceliklerle donatılmış ilişkisel ağları, nasıl onarabileceğimizi de düşünerek vermeliyiz, kararlarımızı.
Kentin kimliğine sinmiş, onu özgün, kişilikli ve seçkin yapan özellikler, belki kentin geleneğinden, geçmişinden ve ördüğü kültürel ilişkilerden gelir. Ama bu varoluş ve kimlik, o kenti “o kent” yapan şey, o toplumu “o toplum” yapan özellik, her zaman en kırılgan sırçadan yapılmış, onarılması
ve tekrar yerine konulması en zor olan ögelerin özgün bileşiminden oluşur.
O insanlar, insan toplulukları, sivil kuruluşlar ve yapılanmalar, her zaman ekonomik, toplumsal ve kültürel olarak, bir bıçağın en ince sırtında
kurulmuştur ve kaybedilmemesi için üzerine bunca titrenmesi de, onları yaşatırken, kentin ve toplumun o özgün ruhunu da yaşatan enerjinin ve tözün oradan doğmakta olduğunun bilinci nedeniyledir.
O müzeyi, o restoranı, o tiyatroyu veya baleyi, o müziğin üretimini, o ağacı-çalıyı-parkı, o kitapçıyı, o sahafı, o müzayedeciyi, o düğmeci ya da tamirci dükkanını, o mimariyi, o pastaneyi, o sokaklara saçılmış iskemleleri ve masaları, o meyhaneyi, o resim galerisini, o kütüphaneyi, o metro ve otobüs duraklarını ve o çarşıyı, o esnaf dükkanını, boş bırakamayız. Onlar bir kez kırıldı mı, yenisi, bir daha asla onlar gibi olmaz. Onlar, bıçağın sırtında yaşar. Bu yüzden de güzel ve biriciktir.
O bıçak sırtındaki yaşam, ancak dayanışmalarla, ancak derin bir sevgi ve anlayışla, ancak o kendiliğe duyulan saf ve soylu saygıyla oluşabilir ve varlığını geliştirilebilir.
Peki, ama virüs bizi ne yapar, biz bıçağın sırtını önemser ve “otoritelerin” dediğini dinlemezsek? İşte, bunun üzerinde daha çok düşünmek ve tartışmak ihtiyacı içindeyiz. Bu tür durumlara, daha hazırlıklı olmak ihtiyacı içindeyiz.
Yorumlar (0)