Yorumlu Kısa Ankara Haberleri

Yorumlu Kısa Ankara Haberleri

  • 16 Nisan 2021

Kentten (iyi-kötü) Haberler/ Belediye Haberleri

Atatürk Orman Çiftliği Talanı

AOÇ Ankara’nın belki de üzerinde en çok tartışılan ve sanki hiç bitmeyecekmiş gibi duran konularından biri. Bu sanki Ankara için açık bir yara ve giderek iyileşmeye değil, kötüleşmeye gidiyor.
Güncel haber şöyle: “Atatürk Orman Çiftliği’nin (AOÇ) Etimesgut ilçesinde yer alan tam 800 dönümlük kısmı yapılaşmaya açılıyor. Çiftliği’nin 800 dönümlük kısmının, MİT, Özel Kuvvetler Komutanlığı ile Tarım ve Orman Bakanlığı’na tahsis edildiği ve yüzlerce dönümlük alanın yapılaşmaya açılacağı ortaya çıktı. ‘Gizlilik derecesi’ var denilen projede, MİT’in AOÇ arazisine ne yapacağı ise açıklanmadı.”
“AOÇ’nin 1925 yılında yaklaşık 55 bin 540 dekar olan arazisinin 2015 yılı sonunda 33 bin 256 dekara gerilediği tespit edilmişti.” Böylece, bugüne kadar AOÇ yüzde 40 küçüldü.” Ancak AOÇ ile ilgili radikal bir koruma, nerdeyse hiçbir zaman sağlanamadı, denilebilir.
Oysa dünyanın pek çok metropolünün ortasında, içine büyük parkları ve ormanları, gölleri de alacak bir biçimde büyük yeşil alanlara sahip olduğunu biliyoruz. Berlin ve Paris, bu kent ortasındaki büyük yeşil alanlarıyla ünlü kentler, Hyde Park, Londra’da, diğerleri kadar büyük olmasa da önemli yeşil alanlar olarak korunuyor ve kullanılıyor. New York’taki Central Park, daha yakın zamanlarda gerçekleştirilmiş bir park ve bu kentler, bu parklarla yaşayabilir/ yaşanabilir hale geliyorlar. Bu kentlerdeki kamunun da elbette alana ihtiyacı oluyor, rantın inanılmaz derece de yüksek olduğu kentlerde spekülatif kazanımlar için bu alanları kullanmak kimsenin aklına gelmiyor sanırım. Ama AOÇ, dediğim gibi sahibi kent toplumu değil, kamunun duyarsız yöneticileri olan bir açık alan.

Togo Kuleleri

Kokuşmuşluklarla dolu bir haber daha: 
Danıştay, Togo Kuleleri’ne ilişkin karar verdi. 

CHP eski Milletvekili ve iş insanı Sinan Aygün’ün sahibi olduğu ve gizli emsallerle 20 bin m2'den 120 bin m2'ye çıkarılan inşaat kanuna uygun hale getirilen Togo ikiz kulelerine karşı Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin açtığı ve yerel mahkeme ile istinaf mahkemesinin gizli emsal artışını Nisan 2019’da iptal ettiği karar onandı. 
Daha önce, mahkeme kararları gerekçe gösterilerek Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından Aralık 2019’da mühürlenmişti. 
Mahkemenin kararıyla, 
•  "Gizli Emsal artışının usulsüzlüğü" ve 
•   "Şehircilik ilkelerine aykırılık" ve
•   "Binanın kaçak inşa edildiği" 
tescillenmiş oldu.
Parti politikaları düzeyinde, yerel “demokrasilerde” şöyle bir kural olduğu söylenebilir. Milliyetçi politikacıların milliyetçilik için, İslamcı politikacıların İslamcılık için, sosyal demokrat politikacıların sosyal demokrasi için değil, sadece rant ve çıkar sağlamak için politika yaptıkları yer, yerel politika/ belediyecilik alanıdır. Galiba bu olay, kuralı doğruluyor.

Bütçe Kesintileri

Belediyelerin merkezi yönetim bütçesinden aldığı paylarda bu yıl yeni kesintiler öngörüldü. Belediyelerin borç yapılandırma ve kamuya olan diğer borçları için genel bütçe gelirlerinden aldıkları paylardan yapılacak kesinti oranları artırılıyor. Resmi Gazete’de yayımlanan karara göre, vergi gelirlerinde yüzde 40 kesinti yapılan belediyeler için ilave yüzde 10, yüzde 25 kesinti yapılan belediyeler için ilave yüzde 25 kesinti uygulanacak.
Klasik bir çekişme-çatışma alanı olan, kaynakların hangilerinin merkezi, hangilerinin yerel yönetim tarafından kullanılacağı konusunda, iktidar, aşama (level) atlıyor. Artık iktidarın her hangi bir davranışında rasyonalite aranmayacağını biliyoruz. Yine de, kent halklarına verilen bu parasal ceza için biz yurttaş hemşeriler, iktidardan hesap sorma konumuna geliyoruz. Ama böyle şeylerin ne önemi var, değil mi?

Şap Enstitüsü

Şap Enstitüsü de Ankara’nın kimliği ile nerdeyse bütünleşmiş mütevazi kuruluşlardan biridir. Ancak ne yazık ki kaderi, onu arazisi rant değeri çok yükseldiği için, zorlamaya başladı.

None

Şap Enstitüsü, gerçekten kendi kaderi bakımından söz hakkına sahip olmalıdır. Kamusal yarar kavramı, sadece kamusal resmi kurumlar, hatta sadece iktidarın elindeki kurumlar aracılığıyla değil, kentin kendi kamusu tarafından da değerlendirilebilme ve bu değerlendirme ve tartışmalarda saydamlık ve daha da önemlisi demokratik kurallar, geçerli olabilmelidir. Ama nasıl? Soru, her zamanki gibi burada. Şimdilik sadece dikkat çekmekle yetinmek durumundayız.

Hıfzıssıhha

Haberi şöyle özetleyebiliriz: “CHP, Hıfzıssıhha Enstitüsü yeniden açılmasını öneriyor. AK Parti tarafından kapatılan Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü Başkanlığı’nın yeniden kurulmasını istiyor. Türkiye’de aşı üretimi ve temini için kurumun yeniden açılması gerekiyor.”
Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü, 1928'de kuruldu. Aşı üretiminde dünyaya örnek gösterilen kurum 2011'de KHK ile kapatıldı. Oysa Hıfzıssıhha Ankara için çok önemli bir kurumdur. Kentin Yenişehir’e doğru gelişmesinin habercisi ve öncüsü, bir kampus anlayışı ile kurulmuş ve sağlık alanında tedavi edici olmaktan önce koruyucu olmayı hedeflemiş bir politikanın, mekansal olarak da son derece özenli binalarla gerçekleştiği yere (Sağlık Bakanlığı ile birlikte) adını vermiş (Sıhhiye) bir kurumdur. 
Her iki kurum da yani hem Hıfzıssıhha hem de Sağlık Bakanlığı binaları, Ankara için kendi tarihinin hem mekansal hem de anlam olarak en yapıcı parçalarıdır ve bu iki mekan ve anlamdan fedakarlık edilmesi düşünülemez.

Karataş’ın İmara Açılması

İmrahor Vadisi’nin Ankara için elde kalmış tek şans olduğu ve bu vadi ve vadiye açılan diğer koyakların sırtların ekolojik dengeleri korunarak yerleşime açılmamasının ve geri plana doğru uzanan tarımsal alanların korunmasının önemi, nerdeyse son yarım yüzyıldır, Ankara için önemsenerek tartışılıyor. Özellikle meslek odaları ve ekolojik sorunlara duyarlı Ankaralılar bakımından Mogan ve Eymir Gölleri ile başlayan İmrahor Vadisi, Türközü’ne kadar, Ankara bakımından en önemli koruma alanlarından. 
Vadideki ve vadiye açılan koyaklardaki köylerdeki mülk sahipleri için, buradaki tarım arazilerinin imara açılması ve spekülatif kazançlara konu olması, uzun zamandır çok istenilen bir şey. İşte bu alanla ilgili Ocak sonunda yapılan belediye açıklaması şöyle:
“Karataş Mahallesi kırsal yerleşim alanı ve çevresinin imar planı Ankara Büyükşehir Belediyemiz tarafından yapılarak yürürlüğe girmiştir. Ancak açılan davalar neticesinde planın yürütmesi mahkeme kararı ile durdurulmuştur. Mahkemenin sonuçlanması beklenmektedir. (…)
Belediye sitesinde yer alan bu haberin dili bize şunu söylüyor. Belediye, her bakımdan bu bölgenin imara açılması için hazır ve haber bekliyor. Mülk sahibi olanlar, yakında spekülasyona başlasınlar istiyor, ama sorumluluğu kendisine ait olmayan nedenlerle bu gelişmeler, şimdilik, durdurulmuş durumda. 
Bunu Ankara’ya ve ekolojiye, kentin planlı olarak gelişmesi fikrine tam bir ihanet olarak görmemek ve yaklaşık 5 milyonluk bir kentin, vadideki bir avuç mülk sahibinin rant beklentisi nedeniyle yok edilmesinin bu kadar sıradan, “normal” bir olay olarak sunulması, İMG’yi aratmasa da, çok şaşırtmıyor mu insanı? Bunca mücadeleye rağmen bu kadar “ucuz bir popülizm” yine de şaşırtıcı değil mi?

Cezasızlık

Yavaş, bir açıklama yaparak, sadece altı suç duyurusuna konu olan harcama toplamının 2,8 milyar TL olduğunu söylemiş. “Asrın yolsuzluğu” olarak nitelendirdiği Ankapark’ın, kapalı olduğu süre içinde 111 milyon TL’lik kamu zararına yol açtığını, bildiriyor.
İMG’nin döneminde yapılan yolsuzlukların (mecburen “yolsuzluk” ya da “usulsüzlük” vb. diyoruz şimdilik, bunların hırsızlık veya kamu yararını bilerek zarara uğratma vb. olduğu kanıtlanabilirse, o zaman uygun terimi kullanabileceğiz) çok açık olan politik yönleri, ekonomik ve mali yönleri var ve elbette çok korkunç. 
Bu konudaki sorunu ciddiyetle ele alan ve on yıllardır izleyen, meslek odaları var Ankara’da. Mimarlar Odası Ankara Şubesi, “Büyükşehir Belediyesi’nin Melih Gökçek’in yolsuzluklarına ilişkin açtığı tüm davalara müdahil olacağız. Gökçek yargı karşısında hesap verene kadar peşindeyiz” diyor. ŞPO Ankara Şubesi de, 3 milyar liraya karşılık gelen 40 civarındaki suç duyurusuna konu olan usulsüzlüklere ilişkin yaptığı açıklamada, “Ankara Büyükşehir Belediyesi yönetiminin başlatmış olduğu hukuki sürece müdahil olacağımızı bildiririz” dedi.
Bütün bunlar tamam. 
Bunlardan ötürü mahkeme kararlarıyla İMG mahkum edilebilecek mi? Bunu bilmiyoruz. Ama kesin bir “evet” yanıtı vermenin ne kadar güç olduğunu biliyoruz. Kural budur: Kötü yönetimlerin neden kötü yönetim olduğunu açıklamak ve bundan sorumlu olanın cezalandırılmasını sağlamak, nerdeyse bir mucize kadar güçtür. Hele Türkiye gibi bir ülkede… Asıl olan “cezasızlıktır”. Bunun tersine dönmesi, belki ancak çok güçlü bir kamuoyu baskısıyla gerçekleşebilir. Bunun için uğraşmalıyız.

Muammer Sun

Muammer Sun, kuşkusuz çok değerli bir müzik insanıydı. Türkiye için önemli olduğu kadar, Ankara için de önemliydi. Her şeyden önce tam bir Ankaralıydı ve Ankara’nın yetiştirmiş olduğu en önemli müzik insanlarından biriydi.
Ankara’nın, Türkiye’nin bütün diğer kentlerinden farklı bir kent olduğunu, bu farkın da, 20. Yüzyılın başında, ülke yönetiminin bir Cumhuriyet olarak dönüştürülmemesine neden olan bir düşünceyi ve bunu gerçekleştirmeye amaçlayan bir dizi devrimleri gerçekleştiren ve bu kararları uygulayan bir kent olmasından kaynaklandığı, söylenebilir.
Muammer Sun bu kentin yeni ve modern kimliği ile yetiştirdiği müzik insanlarından biridir ve kentin kimliğinin moderninin kurulması açısından, müzik alanında çok yoğun bir uğraş içinde geçirmiştir ömrünü. Sun Ankara’nın Atatürk dönemi devrimlerinin ve modernleşmesinin en büyük heyecanla yaşayan, ama bugüne en yakın kuşağın çocuklarından biri olarak, önemsememiz ve övünmemiz gereken bir Ankaralıdır.
Ankara, çalışkan, yaratıcı ve kentin kimliğini en iyi yansıtan ve temsil eden evlatlarından birini kaybetmiş oldu, Sun’un kaybıyla. Üzgünüz…

Fotoğraf: cumhuriyet.org.tr Fotoğraf: cumhuriyet.org.tr

1921 Anayasası

TBMM’nin 1920’deki açılışının 100. yılı için Solfasol özel bir sayı hazırlamıştı. Bu yıl da ilk meclisin yaptığı anayasanın 100. yılı. 1921 Anayasasının özellikleri üzerine, birçok tartışma yapılmakta. Bu tartışmaya, anayasal ilkelerin, ülke için değil de daha küçük bir coğrafya birimi/kent açısından düşünüldüğünde, neleri görebileceğimizi aramak için bakıldığında ilginç ipuçları beliriyor:
Merkezi erkin/ güçlü tek yöneticinin (belediye başkanı olarak düşünebiliriz) yetkilerinin sınırlanması arayışını görüyoruz. Kentlerde de, asıl önemli olanın, hemşeriler/ kentli toplum olması gerektiği sonucuna ulaşabiliriz belki, buradan? 
Yönetimin yerelleşmesi ve bunun için daha küçük yönetim birimlerini varlığı ve özerkliği düşüncesi var 1921 Anayasasında. Bunu kent/ büyükkent yönetimi bakımdan yorumlayacak olursak, ilçe belediyelerinin meclislerin daha özerk yapılar olması ve onların da daha öncesinde belki mahalle meclislerinin kurulması ve bu meclislerde, yerel sorunların ele alınması ve tartışılması pratiklerinin düşünülebileceği gibi bir durum, tartışılabilir belki? 
Kentlerin yönetimi ve demokrasinin gelişmesi denetimin sık dokulu olabilmesi bakımından, güçlü bir büyükkent ve ilçe başkanı tanımı yerine, bu görevlerin daha işlevsel ve sıkı denetlenebilir pozisyonlar olmasının ve böylece gücün/ iktidarın birikimiyle/ merkezileşmesiyle ortaya çıkabilecek çürümelerin denetlenmesi/ önlenmesi düşüncesi, bu kavramlar üzerinden geliştirilebilir mi?

Fotoğraf: Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Arşivi Fotoğraf: Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Arşivi

Ekolojik Sorunlar

İklim değişikliği ve kuraklık, salgın nedeniyle suyun daha çok kullanılması ve belki kayıp-kaçak sular ve israf, bir araya geldiğinde, hemen hemen bütün büyük kentler için büyük bir ekolojik sorun, kapımıza dayanmış bulunuyor. 
Şehir Plancıları Odası (ŞPO), bu konuda: Ankara için iklim değişikliği eylem planı ve risk yönetim planları çalışmalarını bilimsel, şeffaf ve katılımcı yöntemlerle ivedi olarak, risk yönetim planı ve acil eylem planları hazırlaması gereğini, öne sürüyor:
“İklim krizi, kuraklık, sağanak yağış sonrasında yaşanan taşkın olayları gibi doğal ve insan kaynaklı risklere yönelik öncelikle iklim değişikliğine uyum ve eylem planları, bunlara eş güdümlü olarak da.” 
Ancak buradaki tek sorumluluk belediye ait değil. Belediye kendi payına düşüne yapmakla yükümlü, ancak ŞPO’nun belirttiği gibi, bunun katılımcı (ya da İBB’nin belirttiği gibi, “paydaşlarla” birlikte) yapılması gerekiyor. Eğer kent toplumları, Ankaralılar, kendi gündelik yaşamını gözden geçirmez ve kent yönetimlerini zorlamaz ve yapmazsa, belediye her zaman yetersiz kalacaktır.

Gürültü

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından ‘Avrupa Birliği Çevresel Gürültü Direktifinin Uygulanması İçin Teknik Yardım Projesi’ kapsamında, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleştirme Bakanlığı, 10 ilde pilot alanlar belirlendi ve farklı gürültü kaynaklarına yönelik gürültü haritaları çıkarıldı. Ankara'nın da yer aldığı pilot proje kapsamında TÜBİTAK ile imzalanan Ankara İli Gürültü Eylem Azaltım Senaryolarının Geliştirilmesi Projesine başlanıldığına dair haberler yer alıyor gazetelerde.
Gürültü bir kent için kaçınılmaz belki. Sanayi kentiyle birlikte ve daha sonra motorlu araçlarla, artan inşaat yoğunluğu, ulaşım yoğunluğu, çalışma yerlerinin kendisine ait olan seslerle ilgili vb. bir gürültü var. Ancak insanlara/ bizlere ait olan gürültü, bize en çok ne yapılabileceği Hakkında düşünme alanı oluşturuyor. Gürültücü bir toplumuz ve gürültünün kamusal [altyapı (özellikle ulaşım altyapısı) ve kurallar (yönetmelik vb.)] ve toplumsal (kentliler/ bize it olan gürültü) boyutları olduğunu düşünebiliriz.
Bu belki kültürel bir durum: gürültü yaparak “ben” olmak. Gürültü yaparak önemini, orada olduğunu kendisine saygı duyulması gerektiğini bildirmek… Konuşurken/ özellikle topluluk içindeyken telefonla konuşurken, müzik dinlerken, araç sürerken ve aracımızın gürültü çıkartma kapasitesini sonuna kadar zorlarken (özellikle motosiklette), bazen satış yaparken (bu belli de en masumu), gürültü, gürültüyle taciz edici olmak, olağan bir şey olarak algılanıyor. Belki aynı zamanda toplumsal cinsiyetin gücü/ iktidarın gücü için de ses gerekiyor. Yüksek ses=çok iktidar anlamına geliyor? Kolay değişmeyecek bir özellik…
Haritalar gündelik yaşam kalitesini değiştirebilecek mi, yoksa sokaklardaki görme engelliler için yapılmış tuzaklı sarı yollar gibi mi olacak?

Su Kıtlığı ve Belediyenin Su Sorununa Yaklaşımı

Belediyenin bu aylardaki önlemleri/ önerileri, şimdilik şöyle özetlenebilir:
Su kullanımdaki fiyatlandırmada, az kullananlar düşük, çok kullananlar yüksek tarife üzerinden su satmak ve böylece, toplumun kendiliğinden, su kullanımı alışkanlıklarının değişmesini beklemek. Bunun etkili bir önlem olduğundan hiç kuşku yok ancak yeterli ve etkili olabileceği konusunda kuşkulu olabiliriz, 
Büyük parklarda yüzey sularını ve yağmur sularını sarnıçlamak ve depolanmış suyu bahçe sulamasında kullanmak. Bunun son derece yerinde bir önlem olacağından hiç kuşku olmamakla birlikte, kent ölçeğinde sağlanabilecek tasarrufun derecesi ve etkisi yeterli olmayacaktır. Ancak bu olumlu adımın geliştirilebilme biçimleri üzerinde düşünmeye devam etmek gerek.
Ancak, iklim değişikliği kadar ciddi ve yakın bir sorun karşısında ülkenin, belediyelerin, kısaca, her düzeydeki kamu yönetiminin bu durumu hala yeteri kadar ciddiye aldıklarını söylemek oldukça güç.
Ayrıca Belediyenin “resmi internet sitesinin” başlığında eski-geleneksel bir pirinç musluktan su damlıyor ve yanında da, da şöyle yazıyor:
“Ankara’da baraj doluluk oranları düştü"
“Suyu tasarruflu kullanalım, israfa engel olalım"
“İmza: Mansur"

Kısaca değineceğimiz konu, Ankara Belediyesi’nin de Türkiye’deki diğer belediyelerinde, gerçekte “iklim değişikliği” olgusunu ciddiye almayan, sanki böyle bir ekolojik gelişme bütün dünyayı ama Anadolu’yu/ Anadolu kentlerini daha çok tehdit etmiyormuş gibi davranmaları. Hiçbir belediyenin iklim değişikliği” olgusunu göz ardı etmekle birlikte bunu Ankara Belediyesinin de böyle görmesi, olayı “kuraklık” olarak sunması, geçici ve küçük ölçekli bir-kaç proje denemesi ile yetinmesi, sanırım ciddi bir sorun olarak görülmeli.

ODTÜ Kavaklık Direnişi

2019 tarihinde, ODTÜ Kavaklık bölgesinde 40 dönümlük arazi üzerine yapılmak istenen Kredi Yurtlar Kurumu (KYK) yurdu inşaatına karşı mücadele eden öğrencilerden 12’si hakkında geçen yıl açılan davanın ilk duruşması (3 Şubat 2021) yapıldı. 
Öğrencilerin direnişini kırmak amacıyla, yüzlerce ağaç kesildi. Ardından kavaklık alanındaki gelişmeleri takip eden meslek odaları ve öğrenciler, 12 Temmuz 2019 tarihinde tapuda yaptıkları sorgulamada, alanın 2034 yılına kadar ODTÜ Geliştirme Vakfı’na ait olduğunu gördü ve iptal edildi.
Öğrenciler, “Kavaklık, zengin bitki örtüsüne sahip olmakla birlikte oldukça yoğun hayvan popülasyonuna da ev sahipliği yapıyordu. Tilkiler, fareler, 28 farklı kuş türü... İşte ekolojik bütünüyle bahsedildiği gibi ticari alan özelliğini yitirmiş bu ekosistemi savunduk” dediler ve eklediler: “bizler şunu da biliyoruz meşruluğumuz ve haklılığımız bizleri suçlu değil haklı yapıyor.” “Bu dava bizim açımızdan hiçbir meşruluğa sahip değildir.     Bizler bu davada KYK ve kayyım rektörlüğü yargılıyor olacağız." “Suçlu değil, haklıyız" dedi.
Şu fotoğrafa bakıp, can evinden vurulmamak mümkün mü?
Her öğrenci kesilecek bir ağaca tırmanmış ve onu koruyabilmek için kollarının bütün gücüyle ağaca sarılmışlar. Hangi güç/ akıl ya da vicdan, bu evlatlarını döve-döve polise yakalatıp, mahkemeye çıkartır ve onları hapse göndermeye çalışabilir?

Fotoğraf: Bianet.org Fotoğraf: Bianet.org

Salgın Şubat-Mart'ta salgının ikinci turunu beklerken

Haber şöyle: “Sağlık Bakanlığı Koronavirüs Bilimsel Kurulu Üyesi Prof. Dr. Alpay Azap, salgının biteceğini; ancak virüsün kaybolmayacağını belirterek, ‘Örneğin Ankara’da Nisan, Haziran, Ağustos ve Kasım aylarında olmak üzere 4 dalga yaşadık, 5'incisini bekliyoruz. Maalesef şu anda olgu sayısında kıpırdanma var. Ankara’da beklediğimiz 5’nci dalga muhtemelen Şubat ayı ortasında başlayacak, Mart ortasına kadar sürecek’ dedi.”
Salgının bir yandan insanların beden sağlığına yaptığı büyük sorunların yanı sıra, kentin toplumsal ve kültürel yaşamında yaptığı tahribatlar da sürmekte. Kentler de bu salgınla yaşamak, salgından çıkmak vb. için kendilerine özgü yolları keşfetmek zorunda. Bu bakımdan bu ay “iki örnek yararlı olabilir belki?” diye düşünüyoruz:

None

Salgında Kadın Dayanışması

Bianet’ten Atiye Eren’in haberine göre, Kale çevresinde Pilavoğlu Han’daki işletmeler, zaten güç koşullarda ayakta durmaya çalışırken, salgın nedeniyle işleri daha da zorlaşmış. Atiye Eren, şu bilgileri veriyor:
“Özel bir işletme tarafından kiralanan 40 dükkân, keçeden ahşaba birçok el işçiliğinin yapıldığı atölye ve mağazalara ev sahipliği yapıyor. (…) İşyerlerinin yüzde 80’e yakını kadınlar tarafından işletiliyor. (…) Kadınlar keçe, çini, gümüş tasarımı gibi alanlarda üretimler yapılıyor.”
Yazıdan anlaşıldığı gibi, yaşamını sürdürmek ve zaten zor başlangıçlar sayılabilecek girişimlerin ayakta kalabilmesi için kadın dayanışması, buradaki insanların beraberlikleri önemli bir örnek. Girişimin başarılı olması, evdeki küçük dünyanın genişleyebilmesi ve Ankaralılarla daha geniş bir tanışıklık olanağının yaratılmış olması, Pilavoğlu Hanındaki kadınların, ayakta kalamaya devam etmek için güvendikleri ögeler gibi duruyor.
Bu dayanışmayı, birbirine tutunarak mücadele etmeyi destekleyebilmek için, yolunuz düşerse, Pilavoğlu’na uğramayı ihmal etmeyin lütfen…

Politik Direnişler

İstanbul’daki Boğaziçi direnişi, aynı Gezi’de olduğu gibi yerel bir direniş değil. Boğaziçi, ülkesel bir sorun bakımından açılmış bir direniş cephesi gibi görülmeli. Orada öğrenciler ve öğretim üyeleri, bütün üniversite direniyor, başını dik tutuyor ve gözünü geleceğe dikmiş devletin ve polisin gösterdiği şiddete karşı, barışçıl yöntemlerle, ama ısrarlı ve etkili bir biçimde direniyor. 
Ankara’da öğrenciler ve sivil yurttaşlar, Boğaziçi’nde uygulanan baskıyı ve sadece iktidarın kendi yaptığı yasalara uygun, ama bunun dışında, insanlığın/ akademinin ve bilim uygarlığının bütün kazanımlarına ve ilkelerine aykırı durumu, protesto ediyorlar. Polis, giderek ivmelenen bir zorbalık ve despotizm uyguluyor; gözü dönmüş bir şiddet uyguluyor.

Mansur Yavaş’ın İstifa Çağrısı

Bu konuda, hiç beklenmedik bir şey daha oldu ve Mansur yavaş, Bulu’yu istifaya çağırdı. Bunun, elbette doğru, zamanlı ve dengeli ve barışçıl bir yaklaşım olduğunu söyleyerek başlamalıyız söze. Ancak yine de dikkat çeken pek çok özellik var bu davranışta: Bu özellikler ilk dikkat çeken Murat Sabuncu oldu. Yavaş, öncelikle bir denge ve kavgayla zaman yitirmeden iş yapmak isteyen bir davranış sergiliyor. 

İstifa çağrısının, gerçekte işlevi olmadığını/ olmayacağını bilerek yapıyor bu çağrıyı. Ama beklediği yarar zaten kendisi için “denge adamı”, “ tarafsız ve barışçıl”, “kaynakları kavgayla tüketmektense, iş yapmaya öncelik veriyor” vb. imgesini pekiştirerek, sadece politik bir yatırım yapıyor gibi… Yani toplumsal bir yarar amacı görmek oldukça zor Yavaş’ta, kişisel yatırımına birikim sağlıyor sadece…
En başa dönecek olursak: Barışı nasıl ve hangi koşullarda sağlayabiliriz/ ya da sağlama arayışı içinde olmalıyız? En görünür ve gerçekte sorunun ana kaynağı olmayan bir noktadan çözmeye çalışarak mı, yoksa adil ve hakça bir durumun yaratılmasıyla barışı elde etmek için çaba göstererek mi? galiba, bu istifa çağrısı, Boğaziçi bakımından hiçbir sorunu çözmediği gibi, ABB Başkanından sorunlarla ilgili çözüm düşünceleri/ önerileri bakımından ne bekleyeceğimiz ya da bekleyemeyeceğimiz konusunda bir düş kırıklığı oluşmuyor mu?

Fotoğraf: Arşiv AA Fotoğraf: Arşiv AA

ODTÜ'lü Akademisyenler

ODTÜ öğretim üyeleri de, Boğaziçi Üniversitesindeki mücadeleyi desteklemek için toplandılar ve kendi deklarasyonlarını okudular ve zorbalığa karşı bilimi/ bilimsel özgürlükleri ve barışçı mücadelenin yanında olduklarını söylediler. 
Bu elbette, hem bütün ülke için hem de Ankara için yüz akı bir davranış oldu. ODTÜ ülke içinde korunmaya çalışılan değerlerin neler olduğunu cesaretle gösterdi ve bu nedenle Ankara (ya da birçok Ankaralı diyebiliriz) böyle bir onurlu kuruma sahip olduğu için onur duydu.

Derleyen Akın Atauz

YAZININ BASILI HALİ

POPÜLER İÇERİK