Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

5 MART 1971 ODTÜ - Tarihine Katkı Bab’ından Anı Parçacığı

5 MART 1971 ODTÜ - Tarihine Katkı Bab’ından Anı Parçacığı

BİRİNCİ BAP

ODTÜ… Günlerden Dört Mart Perşembe, yıl 1971… Akşamüzeri…

Türk Halk Bilimi Kulübü’nün barakasındayız. Asıl “Baraka”, namı diğer “Cici Kantin”, bizimkinin kırk adım Batısında. ODTÜ Öğrenci Birliği’nin mekânı…

Barakamızın tek kapısı var, Güney’e bakar. Karşımızda ODTÜ Boks Kulübü. Kardeş Kulüp… Penceremizden giren çıkan görülür. Boksörlerimizi Bülent Kiter çalıştırır.

Bülent Kiter ünlü biri; Boks Milli Takımımızın Antrenörü! Yanı başımızda gazetecilere verdiği demeçte: “Türk Milletinin dövüşken bir gücü vardır. Bunu kanalize ederek boksta kısa zamanda büyük başarı elde ederiz. İmkân verilsin, iki yıl içinde adımızı Avrupa’nın ötesinde duyurur, kendimizi bütün dünya milletlerine kabul ettiririz”, diyor.

Kapı komşumuz ‘Türk Sanat Müziği Kulübü’; koroyu Erol Sayan yönetir… Yanı başımızdan tambur titreşimleri, kanun koma akort inlemeleri gelir…

Günlerden Dört Mart Perşembe, hava kararmış…

Barakamız iki bölmeli. Biz bölmüşüz. Büyük tarafı salon, sadece bir köşesinde tek sıra kerevet. Ortalık oyun yeri. Her gün düzenli paspaslanır. Kerevetin üzeri kilim kaplı, içi saman dolu yastıklar duvarlara dayalı. Kilimlerde “eli belinde” motifleri, kökboyalı. Biz öteki odada Yönetim Kurulu masası çevresindeyiz yedek üyelerle birlikte. Başkan ve Sayman Amasya’da, Amasyaspor ile gösteri bağlamada…

Yedi sandalyeye dar geliyor bu mekân. Burayı da bölmüşüz; öte tarafı çelik dolap manzumesi. Dolaplarda kıymetlilerimiz; demirbaşlar! Davul, klarnet, divan sazı, cura, bağlama, kemer, yemeni… Ve hazinemiz; mahalli giysiler, altın simli bindallılar, gümüş köstekler…

Günlerden Dört Mart Perşembe, hava iyiden iyiye kararmış; “Yatsı Vakti”!

Türk Halk Bilimi Kulübü’nün Yönetim Kurulu toplantısı devam ediyor… Yarına finali olanlar var. Ayrılmıyorlar. Sınavlarını tamamlayanlar onları zorla gönderiyor.

Yarıyıl tatili haftaya başlayacak. Orta ve Batı Karadeniz turnemiz var. Gösteri yapılacak kentler bağlanmış. Salonlar tutulmuş; haber geliyor, biletlerin çoğu satılmış… Cuma günü giysiler elden geçecek, gömlekler yıkanıp ütülenecek. Yemeniler, cıstikler, kalikler boyanacak, sazlar akort edilecek…

İşi şansa bırakamayız; ‘yapılacak işler listemiz’de üzeri çizilmeyenler var!

Günlerden Dört Mart Perşembe, gece yarısı.

Cuma günü Fen Lisesi’ndeki ‘folklorcu’ları eğitecek üç kişilik ekip hazır. Öğle arası Antep ve Artvin yöresi oyunlarını çalıştıracaklar…

Cumartesi, turne kadrosu oyunların üzerinden geçecek, koro türkülerini seçecek. Pazar günü yola çıkmadan önce ‘Cici Kantin’de son prova…

Daha nice planlarımız var. Gelecek dönem başı, Kulübün kuruluşunun 10. Yılı… Orta ve uzun dönem stratejilerimiz de var! Dahası ‘gizli ajanda’mız bile var…

Kulübümüzün üye sayısı 600’ü aşmış, yeni gelenlerden birçoğu az buçuk bazı yörelerin halk oyunlarını biliyor. ‘Ayakları kırık’ yani. Ama büyük bir sorunumuz var ayağı kırıklarla. Biz, bazı oyunları farklı adım atışlarla, farklı bel kırışlarla, faklı el tutuşlarla kısaca farklı bir havada oynuyoruz. Ayağı kırıkların ayaklarını onarmak, düzeltmek, bize uydurmak öyle zor ki… Yeni başlayanları ‘yaşken eğmek’ çok daha kolay. Peki, ne yapmalıyız?

O yıl, ‘Engineering Statistics’ diye bir ders alıyorum, seçmeli. Ama teorik! İşte bana uygulama fırsatı. ODTÜ’ye giren öğrencilerin hangi liselerden geldiğinin dökümünü ‘Kayıt-Kabül’den alıyorum. “Student-T” dağılımı bu iş için uygun değil. Basit bir çan eğrisi çıkıyor karşıma. Bilenler bilir, en yüksek olasılık, çan eğrisinin ortasında. Orada kümelenenler acaba hangi liselerden? İlk ikisi Ankara’dan; Fen Lisesi ve Kolej! Yönetim Kurulu’na kısa bir rapor veriyorum; ‘emperyal’ kurnazlığımı da belli etmeden. Eğer biz, bu iki lisenin folklor ekiplerini çalıştırırsak, hammaddemizi yarı-mamul olarak devşiririz… Halk Oyunları Kolu başkanıyım o sıralar.   

Günlerden Dört Mart Perşembe, gecenin öbür yarısı

Yönetim Kurulu üyeleri görev paylaşımı yaparak Baraka’dan ayrılıyor.

Fen Lisesi’ni çalıştırmaya Recep, Bülent ve Hasan (RBH) gidecekler.

Günlerden 5 Mart Cuma

Cemrelerin sonuncusu toprağa düştü, düşecek. İlk ikisi çoktan havaya ve suya ermiş. Sırada toprak...

Güven Park’a sırtını veren sokaktan kalkıyor Fen Lisesi’nin servisi; Kumrular Sokaktaki Çankaya Kaymakamlığı’nın karşısından. RBH, işte tam orada buluşup yola revan olmada.

Antep, Artvin çalışması öğle arasında tamamlanmış. Daha iki saat var kente dönecek servisin kalkmasına. Fen Lisesi bahçesindeyiz, bizden biraz daha ‘genç’lerle sohbetteyiz. Uzaklardan takırtılar bir gelip bir gidiyor, sohbeti bölüyor. Takırtı değil, basbayağı tabanca sesi. Tabanca da değil tüfek, tüfek de değil makineli sesleri…

Biz de bir merak, Lise’nin Batı yakasına geçiyoruz. Daha çamlar yeni dikilmiş, son ‘ODTÜ Ağaç Bayramı’nda. Önümüzdeki vadinin Kuzey yönünde alçaldığını görüyoruz. Sesler bu kuru dere yatağının ilerisinden geliyor. Acaba nereye çıkıyor bu dere yatağı? ODTÜ Yurtları uzaktan seçiliyor. Servis beklemektense, bir saate varmaz varırız Baraka’ya. Zaten akşama turne provamız da var ya…

RBH yürüyüş kolunda. Bir süre sonra adım atmak güçleşiyor, zemin pek uygun değil.

Birden takırtı tukurtu sesleri kesiliyor, daha bir kararlı ilerliyoruz. Çözülen ayakkabı bağcığımızı bağlar iken vadi tabanında, bu kez pata pata sesleri yankılanıyor bir o yakada bir bu yakada. Tepenin ardından bir helikopter beliriyor, dar vadiye bodoslama dalıyor. Tam tepemizde asılı kalıyor… Biz helikoptere el sallarken çevremizi onlarca sivil, asker sarıyor. Sarmalıyor. İlk sordukları, silahları nereye gömdüğümüz!

Günlerden 5 Mart Cuma öğle ile ikindi arası

Emniyet’teyiz…

Hipodrom’un Kuzey’e bakan ana kapısının karşısında, Konya-Samsun Devlet yolu üzerindeki Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün dokuzuncu katındayız. Şimdilerde Ankara’nın en büyük AVM’sine dönüştürülen alanda bulunan ve özelleştirmeden ilk nasibini alan T.C. Et-Balık Kurumu Genel Müdürlüğü’nün yanı başındayız. Kurum, Mezbaha atıksularını ortasından usul usul akan İncesu Deresi’ne vermekte…

Sorun yok, ‘emniyetteyiz’!

**

İKİNCİ BAP

Emniyetteyiz; Emniyet’in 9. Katında…

Gözaltı odası üçe iki; Altı metrekare… Tek kapısı var. Kapının tokmağından başka hiçbir çıkıntı yok odanın altı yüzeyinde! Her yan griye boyalı. Kapının orta yerinde bir gözetleme deliği. Bir göz beliriyor delikte. Sağ göz, üstü kalın kaş, bir de burnunun yarısı. Sonra anahtar çevriliyor. Biz kenara çekilmesek, zor açılırdı demirden kapı. Gözlerimiz alışmış karanlığa, kör aydınlık fazla geliyor bize. Görevli: ‘Haydi Gidiyoruz’ diyor. Sorgu sual edilmedik ama parmak izlerimizin alınması ihmal edilmiyor. Sonra, ekip otosunda istifli, RBH kelepçeli… Kelepçeli ellerde de tutuşturulmuş evrak!

Resmi yazı besbelli; Tarihi, sayısı var üstünde. Sağ alt köşede çifte imza; üzerleri mühürlü… İlk paragraf özetliyor derdini; ‘Anılan şahıslar, Jandarma sorumluluk bölgesinde derdest edildiklerinden, Jandarma Karakolu’na teslim edilmeleri…’

Kestirmeden Ulus Jandarma Karakolu’ndayız akşamüzeri. Karakol, Rüzgarlı’ya dik bir sokak üzerinde. Bahçesi duvarla çevrili, duvarı dikenli tellerle örülü. Bahçesinde birkaç ağaç, gövdeleri alçıyla boyalı, bembeyaz… Orta yerinde bayrak direği, yanında ‘Atatürk Büstü’… Tek katlı yığma bina.

Birkaç basamaktan sonra demir kapının ardı Karakol’un giriş holü. Duvarlardan biri baştan aşağı kiremit rengine boyalı. Duvarın bir ucunda, göz hizasında ahşap çerçeveli ve üzeri camla kaplı bir yazı: “Yangın Talimatnamesi”. Toplam on iki madde. Altında imza: Komutan. Her iki yanından ortaya doğru dörder basamaktan oluşan tahtadan üçgen bir kerevet, duvara dayalı. Sanki Mikerinos Piramidi’nin zirvesindeki eksik olan tepe parçası! Basamaklarda sağlı sollu kovalar. Alttakiler kum dolu, üsttekilerde su var. Su kovalarının aylardır kullanılmadıkları belli; su yüzeylerinde bir dolu yüzer madde, çer çöp. Üstelik su düzeyleri de alçalmış, buharlaşmadan besbelli… Kerevetin basamaklı ön yüzeyinde büyük harflerle bir yazı: “Yangın Anında Kullanılacak”!

Kerevetin tepesi ile tavan arasında da çifte üçer sıra balık kılçığı misali donanım; Ucuna birer kanca iliştirilmiş yaklaşık iki metre boyunda iki adet değnek, 45’er derece açıyla kancaları tokuşmakta. Aynı paralellikte iki adet kazma ve iki adet kürek bu tabloyu tamamlamakta…    

Holün uzantısı bir koridor, sağlı sollu odalar. Koridorun sonu hela! Helanın her iki yanındaki odaların kapıları demirden parmaklıklarla kaplı, asma kilitli…

Karakol’da görevli sadece iki kişi; biri Onbaşı, diğeri emirberi… Ya diğerleri? ODTÜ kırsalında seferi…

Bir üçüncü kişi daha var derinde, parmaklıklı odaların birinde. Bir avaz yankılanmakta Karadeniz şiveli, biz karakola geldiğimizden beri… RBH’ye yer beğenmeye çalışıyor, karakolun tek yetkilisi. İki tane “hücre” var ama tek bir nöbetçi… Hücrelerin birinde bir tutuklu, asker kaçağı; saçlar sıfıra endeksli. Bizi de yanına veriyorlar, kapı kapanıyor kilit üstüne kilitli…

‘Ev sahibi’ bizi uzaktan süzüyor, gördüğü üç birbirine benzemez… Lafa nereden gireceğine henüz karar verememiş, biz de yardımcı olmuyoruz. Birden, sık dokunmuş parmaklıklarla örülü odanın penceresine sıçrıyor, tek hamlede somyanın üzerinde. Her iki eliyle asılıyor parmaklıklara, bir ileri bir geri. Başını geriye devirerek haykırıyor: “Bütün gün yordum bunları, bir el atın da sökelim parmaklıkları”! Adam haklı, parmaklıklar gerçekten yerlerinden oynamakta, bir asılsak var ya, özgürüz o anda… Ama bizde mecal kalmamış. Mecali kalmamış bedenin kafası da aksine daha fazla çalışmakta! Adamı üçümüz zor zapt ediyoruz, sakinleştirip yatağa oturtuyoruz.

Komutanın odasında Ankara Radyosu sonuna kadar açık. Ana Haber Bülteni devam ediyor; Zafer Celasun’un sesinden… Tane tane okuyor, heceleri yutmuyor, ses tonu tok; tümcelerin hakkını veriyor. İçişleri Bakanı’nın, Olağanüstü Bakanlar Kurulu Toplantısının ardından TBMM Genel Kurulu’nda yaptığı açıklamayı aktarıyor: “ODTÜ olaylarında vuku bulan silahlı çatışma sonrasında Emniyet Güçlerimiz duruma hakim olmuşlardır. Bu arada çemberi yararak, yurtlar bölgesinden kaçmaya çalışan “Üç Kır Gerillası Lideri” Ahlatlıbel civarında yakalanmışlar, sorguları devam etmektedir!”

Haberi bizimle birlikte pürdikkat dinleyen ‘koğuşdaşımız’ hayretini açığa vuruyor: “Ha pu pozuk kapiyi cunlerdur yerundan oynatamadum da, adamlar koskoca bir orduyi yarmişlar. Helal olsin onlara!”

Mecalsiz RBH, işte tam o anda tüm enerjisini geri kazanmış olmakta…

Hava iyiden iyiye kararıyor. Odanın tek ampulü, ışık vermek için emir bekliyor. Akşam ezanı çoktan okundu… Gözlüklerimi de nerede kaybettiğimi hatırlamıyorum. Hala karanlıktayız. Ama birden bir kızıllık kaplıyor tavanı. Alazlar, kırmızının her tonunda raks ediyor duvarda, kapıda, üstümüzde! Hele ki yüreğimizde…

Koğuşdaşımız kapıyı yumrukluyor, yetmiyor tekmeliyor; “çıkarın bizi buradan” diye inliyor. Duyan yok! “Yangın Var” diye öyle naralar atıyor ki, ‘Quasi’-Sağır Sultan olsa duyacak. Dışarıda Yatsı Ezanının ‘Allah-u Ekber, Allah-u Ekber’lerine karışıyor itfaiyenin sirenleri.

Radyo hala açık, bir İstanbul karşılaması; “Üsküdar Musiki Cemiyeti Korosu”ndan:

       ‘Yangın olur biz yangına gideriz

       Düz ovada keklik gibi sekeriz

       Yokuşlarda şahin gibi uçarız

            Sandık sandıklar içinde çok şanımız var

            Hazreti Mevla'ya yalvarmamız var’

Anonim bir eser, Muhayyer Kürdi makamında olmalı. Bir musiki erbabı söylemişti; Muhayyer Kürdi bizlere Frigler’den emanet.

Karşı sokaktaki işyerleri yanıyor. İşyerleri inşaat malzemeleriyle dolu; boyalar, tinerler, neft yağları…

       “Emniyette” miyiz?

ÜÇÜNCÜ BAP

Bir Onbaşı ile bir ere emanet edilmiş Karakol! Ama emaneti terk etmişler, yangın çıkalı beri… Yangına müdahale edecekler, kapmışlar birer kürek, birer de kazma ile kanca!

Müjde, Karakol emanetinin vekaleti bizde… Demem o ki, olmayacak iş: ‘Emanetin Devri’ söz konusu!

Yangının nedeni ne olabilir? Biz kundaklamadık ki… Acaba, toprağa düşen son cemre tutuşturmuş olmasın!

Saatli Maarif Takvimleri’nin 5 ve 6 Mart tarihli yapraklarının arkasında üçüncü ve son Cemre’nin toprağa düştüğü yazılı.

Öyle yorgun, öyle bitkiniz ki… Koğuşdaşımız ise dinç, atılgan ve de hırçın. Kafa kafaya verip bir karara varıyoruz. Nöbetleşe uyuyacağız. Ama bir kişi yetmez. RBH’den biri dinlenirken diğer ikisi nöbet tutacak. Nöbetten maksat, adamı tutmak! Yangın yakacağını yakıp, çevresinde tutuşturacak başka bir şey bulamayınca sönüyor. Gün ağarana kadar başka bir vukuat yok.

6 Mart sabahı emaneti devralıyor Komutan; Kıdemli Üst Baş Çavuş. ODTÜ kuşatması kalkınca tüm birlikler karargâhlarına dönüyor. Düzen kuruluyor.

Düzen, kahvaltı demek. Kibrit kutusu iriliğinde beyaz peynir, tam kararmamış beş zeytin, dört kişiye iki de somun… Çay da var; su bardağında, kendinden şekerli. Demini almasına olanak yok, tek bir çaydanlıkta çay otları ısıtılmış. Kaynar ama…

Hava kararınca saatlerce süren daktilo tıkırtıları kesiliyor. RBH, tek tek Komutan’ın odasına alınıyoruz. Birer kâğıt masada, önümüze uzatılıyor. En alt satırında isimlerimiz yazıyor. Okumadan imzalıyoruz.

Ve ardından yolculuk başlıyor. Kestirmeden yine “Emniyet”teyiz. Bu kez dokuzuncu kata değil, tam tersine bodrumun da bodrumuna iniyoruz. Tüm Emniyet Binasını boylamasına kat eden, oldukça geniş bir koridor. Koridoru yukarı katlara kavuşturan merdiven basamaklarına kadar dayanmış, omuz omuza bizimkiler: ODTÜ’lüler! Belki binlercesi… Tanıdık yüzler var, tümü yurtlarda kalanlardan. Birkaç THBK’liyi de uzaktan seçiyoruz, ama yanaşmak ne mümkün. 

Bir süre sonra omuzu gümüşi yıldızlarla, defne dallarıyla kaplı bir görevli beliriyor merdiven başında. Çevresindeki ‘fruko’lar koridordan yayılan yoğun uğultuyu kesmek için çaba harcıyor. Sesini duyuracağına inandığında anılan omuzu kalabalık kişi, başlıyor konuşmaya. Daha doğrusu bağırmaya; “Koridorun ortasını açın”!

Birkaç kez yineliyor. “İsimlerini okuduklarım, teker teker yanıma gelsin”… İsmi okunup yanına gidenler, daha sonra merdivenlerin son basamağının ardında kayboluyor. Bu işlem saatlerce sürüyor. Nerdeyse kırk elli kişi kalmışız geride. En sonunda R, ardından B ve H’nin adını okuyor. Bu kez uzunca bir listede yer alan isimlerimizin karşısını imzalıyoruz.

Son iki gün içinde, ne zaman üzeri sık satırlardan oluşan paragraflar dolusu bir evrak imzalasak, ya da adımızın hizasını paraflasak, ardından bir yolculuktur başlıyor bizim için! Bu kadar da kısa aralıklarla ‘hava değişimi’ni hak etmediğimizi düşünüyoruz…

Daha önceki ‘hava değişimleri’mizde -daha doğrusu şehir turlarımızda-, özel otolar tahsis edilmişti bize! Şimdi polis otobüsündeyiz. Otobüsteki ODTÜ’lülerin yoklaması yapıldıktan sonra, bu kez doğrudan Ulus’a yöneliyoruz. O zamanki adıyla “Hakimiyet-i Milliye Meydanı”nda Avusturyalı heykeltıraş Heinrich Krippel tarafından tasarlanan ve 24 Kasım 1927 Perşembe günü yapılan bir törenle açılan Atatürk Heykeli’ni sağımıza alıp Anafartalar’daki Ankara Adliye Sarayı’nın önüne varıyoruz…

Gecenin tam göbeğindeyiz. ‘Saray’ın karşı kaldırımında İş Hanları. Hanların alt katları boydan boya dükkân. Otobüsün penceresinden bakıyoruz. “Eyüp Sabri Tuncer” ile “Singer” yazan tabelalarla aynı hizadayız… Sadece tabelalar ışıklı, dükkânlar karanlık, kilitli kapıları. Bir tek, yanı başlarındaki han’ın içinden ışık sızıyor; “Terziler Arastası”… Terzilerin işi çok, gün yetmiyor demek ki siparişlere!

Otobüsten teker teker indiriliyor, Adliye’nin ana girişindeki merdivenlerde onar onar kümelendiriliyoruz. ‘Eyüp Sabri ve Mahdumları’ uykuda, ama havada yoğun kolonya kokusu var, limoni…

Adliye Sarayı’nın ikinci katı silme Cumhuriyet Savcı Yardımcısı. Onar kişilik ODTÜ’lü mangalar ikinci kata varınca savcıların görev yaptığı on ayrı oda kapısı önünde bekletiliyor. İçeride ‘ifade’ veren çıkınca sıradaki alınıyor. Çıkana, ‘ne oldu içeride?’ şeklinde soru sormaya fırsat bırakılmadan Savcı’nın karşısındayız. Savcı Bey masasında, yan masanın üzerinde bir “Olivetti”…

“Yaz Kızım,” diye başlıyor yazdırmaya savcı. Adı, soyadı, baba adı, doğum tarihi ve yeri… Sonra; “Olaylarla ilgili hiçbir şey bilmiyorum. Aralıklarla silah sesleri duydum. Sesler dışarıdan geliyordu. Güvenliğim açısından pencerelerden de uzak durduğum için kimlerin ateş ettiğini, kimlerin karşılık verdiğini de görmedim…” Daktilo edilmiş ve aralarında iki karbon kâğıdı bulunan bir asıl, iki kopya yazılı metnin her üçüne de ayrı ayrı imza atmamızın ardından Savcı soruyor: “Ekleyeceğin bir şey var mı?” diye! “Yoktur” bile diyemeden Anafartalar Caddesinde buluyoruz kendimizi. Terziler ve çıraklarıyla aramızda polis otobüsleri…

Yine “Emniyet”teyiz! Gece, demini almış artık… Salıverme işlemi başlıyor. Savcılar, tutuklanmamıza gerek görmemiş…

DÖRDÜNCÜ BAP

Sırtımızı “Emniyet”e vermişiz, hızla uzaklaşıyoruz; RBH yan yana. Yol alıyoruz, arpa boyu değil… Arada sırada dönüp arkamıza bakıyoruz. Emniyet, her seferinde giderek küçülüyor.

Sağımızda Ankara Şehirlerarası Otobüs Terminali; O zamanki adıyla ‘AŞOT’. Seher öncesi 7 Mart, AŞOT çevresi insan seli. Memleketlerine dönmeye çalışan, salıverilen ODTÜ’lüler… Ankara Tren Garı’na vardığımızda seçilmiyor artık ardımızdaki Emniyet. Karşı kaldırıma geçiyoruz. Solumuzda Gençlik Parkının çitleri... Minyatür trenin rayları uzanıyor çitler boyunca, arada İncesu Deresi; gürül gürül… Mevsim bahar ya!

İncesu’yu sarıp sarmalayan kavak dallarında bir saksağan, erken uyanmış. Karanlıkta bile seçiliyor, oysa bedenini örten tüylerindeki her iki renk, gökkuşağında bile yok. Saksağanlar yalnız gezmez. Şimdi belirir eşi…

İleride sağ tarafta önce “Astorya” namıyla da anılan DDY Lokali. Sonra, anıları anılara kattığımız Selim Sırrı Tarcan Spor Salonu ve CSO Konser Salonu… Şafak, ha söktü, ha sökecek! Önümüzde Opera Kavşağı, hemzemin…

THBT’li ve Kolej’li bir ağabeyimizin ‘Proje Kontrol Müdürü’ olarak görev yaptığı ‘Üst Geçit’ inşaatına henüz başlanmamış, daha birkaç yılı var. Sağa kıvrıldığımızda, Atatürk Bulvarı uzanıyor, o da kıvrılarak. Güneş, Ankara Kalesi’nin Doğu burçlarına tırmanıyor, hiçbir engellemeyle karşılaşmadan…

Recep, hançeresini zorlayarak bir hoyrat seslendirmeye çalışıyor, pencereleri ışık saçan Ankara Radyosu binası önüne vardığımızda.

     Pir Sultan’dan: “Yürü bre Hızır Paşa, senin de çarkın devrilir…”

Bet, çatlak, üstelik atonal avazıyla. Ama olsun; İnadına!

Tutkulu, Tutuksuz…

**--**

RBH: Recep Aktaş, Bülent Özübek, Hasan Akyar

         Recep ve Bülent’in toprakları bol olsun, yattıkları yer incitmesin...

Yazar Hasan Akyar

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış