Türkiye’de, önce 11 ili daha sonra 6 ilin daha eklenmesiyle 17 ili içine alan bir deprem bölgesi var. Deprem’in jeolojik haritası ulusal sınırlara göre belirlenmiyor ve Suriye’yi de içine alıyor. Türkiye’nin orta güneyinde ve Suriye’de, belki de 100 000’e yakın kişinin, büyük bir olasılıkla resmi istatistiklerde olmayan çok daha fazla insanının, tanımı çok güç bir acı yaratarak kaybedildiği bir deprem bölgesi var. Depremin bir gün gerçekleşeceğini zaten önceden de bildiğimiz bir Ortadoğu Bölgesi…
Solfasol ise yerel bir kent gazetesi. Ankara'nın, Ankaralıların sorunlarıyla ilgili bir tartışma ortamı sağlamaya çalışıyor.
Ancak deprem öylesine büyük bir sarsıntıydı ki, sadece deprem bölgesinde değil, bütün ülkede, bütün kentlerde, bu sarsıntı sadece fiziksel olarak değil, toplumsal, politik, ekolojik, ekonomik ve belki hepsinden de önemlisi, etik/insani bir biçimde hissedildi.
Bu büyük sarsıntının en inanılmaz yanı, merkezi ve otoriter, demokrasiden uzak ve çıkarcı-rekabetçi ve kayırmacı bir iktidar yapısına rağmen, onun tarafından bozulmamış, dayanışmacı ve özverili, sivil ve insani bir refleksin hızla oluşmasıydı. Ülkenin her yerindeki kadınların ve erkeklerin, birbirinin yardımına koşmak, yüz yüze destekler sağlamak ve kamusal alanı toplumun kendi eliyle yeniden yaratmak ve işlevsel kılabilmek için, içten ve dürüst, hiçbir çıkar gözetmeyen bir özveriyle, son derece hızlı bir biçimde harekete geçebilmesi, tam olarak bir mucize gibiydi.
Solfasol ise, kente, kentin mekandan ibaret olmayan kamusal alanına ve kamusal yarara, kamusal alandaki dayanışmalara, kardeşliğe, yardımlaşmalara ve eşitliğe göre kurulan bir etiğe değer veren; bunun çoğalabilmesi, insanlar arasındaki ilişkilerin nitelikli bir derinliğe erişmesi arayışında olan bir gazete.
Yazıların çok büyük bir bölümü hazır olmasına rağmen, bu sarsıntılar ve diğer çeşitli nedenlerle, size ulaşabilmekte olağanüstü geciktik. Bunun farkındayız ve özür diliyoruz. Dosyayı Ankara'dan hazırlanırken, hem Ankaralıların nasıl çırpındıklarına, hem deprem bölgesinden Ankara'ya gelen göçmenlere, hem kentin kurumlarının (ama en çok belediyesinin) nasıl davrandığına, neler yaptıklarına dikkat etmeye çalıştık.
Dünyanın belki de en güç (savaştan bile daha güç) durumlarından birinde Ankaralıların ve aslında bütün toplumun; ortaya çıkan büyük sarsıntı ve bir anda oluşan kayıplarla baş etmeye çalışan bir halkla ilişkilenebilmek, zorlukları aşabilmek için içtenlikle ve istekle koşuşmasını yansıtmak çabasında olduk.
Bundan sonra yapılmasını beklediklerimize dair de...
Ülke şu sıralarda, bu büyük şok ve acıyı bir anlamda aşabilmiş gibi. Ancak bu durumun, yaklaşmakta olan ve yüzyıllık Cumhuriyet tarihinin geleceğini etkileyebilecek bir seçim dönemin olağanüstü kritik olmasıyla da ilişkili olabileceğini biliyoruz. Gerçi, depremden sağ çıkabilmiş olanlarının acıları, durumu bakımından hiçbir şeyin daha önemli olamayacağını ve her geçen zamanda değişilerek ve bazen artarak, bazen azalarak var olmaya devam eden ihtiyaçların karşılanması için çalışma gereğinin değişmediğini biliyor toplum. Hiç kimsenin, bu kadar kırılgan bir insanlık durumunun, devletin ve Kızılay'ın, AFAD'ın duyarsız ve kaba, hoyrat ellerine teslim edilemeyeceği bilincinde hiçbir azalma olmadı ama artık daha duyarlı ve sessiz, acıyı içselleştirmiş bir çaba gerekiyor.
Dosyanın, hem tüm bunları belgeleyebilmesi, hem de Ankaralıları yansıtabilmesi ve yararlı olabilmesi için hala çabalıyoruz...
Depremlere, kente ve kentlilere, örgütlere/ örgütlenmelere, geleceğe dair...
Depremin gerçekleştiği andan beri ilk akla gelenler, hemen yardım edebilmek; hemen orada, depreme uğramış toplumun, insanların yanında olabilmek, en acil ihtiyaçlar neyse onları olabildiği kadar çabuk karşılayabilmekten başka bir şey düşünmek, söz konusu bile olmadı. Sadece "daha çok ne yapabilirim/daha iyi ne yapabilirim?" sorusu vardı herkesin aklında...
Sonra, o sarsıntı içindeki ilk düşünceler, ihtiyaçlara karşı bulunabilen yanıtlar, yerini biraz daha ikincil, ama yine de çok acil sorunlara/taleplere dönüştü. Biraz daha zaman geçince, "Bu nasıl oldu? Neden oldu? Bu korkunç yıkımın sorumlusu kim?" türü sorular belirmeye başladı.
Bu sorular yerini; "yıkım öncesinde, kırın ve kentin yapılaşma biçimlerinin, kentlerin gelişmesinin, nasıl, olağanüstü kar eden ve hak edilmemiş kazançlar sağlayan insanların, hem zengin, hem de politik olarak egemen olan insanların -olağan neoliberal sınıfın- çıkarları doğrultusunda biçimlenebildiği" türünde tartışmalara bıraktı yavaşça.
İmar planlarını kim yaptı ve kimler için yaptı; bu planlar kim ve ne için, defalarca değiştirildi? Ya da kim uygulamadı? Üzerinde yerleşilecek alanların depremsellik durumu neydi ve ne kadar biliniyordu zemin özellikleri? Binalar için uygun muydu, ya da nasıl bir yerleşim için uygundu? Mevzuatta yer alan inşaat standartları, depreme dayanıklılığı garanti edebilecek koşullara sahip miydi? Bu konutları, çarşıları, okulları, hastaneleri, binaları kim tasarladı, inşa etti ve gerçekleştirdi? İnşaatlar, kullanılan inşaat malzemeleri, standartlara uygun muydu? Uygunluğu denetleniyor muydu veya denetleyenler, işini dürüstlükle yapıyor muydu? Mevzuata uygun bir şekilde yapılmamış yapıların, af yasalarıyla yasal hale getirilmesi; kime, ne çıkar sağlamıştı?
Mekanı düzenleyen ve oluşturan bunca gelişmeyle; siyaset, yerel ve ülkesel politikalar nasıl ilişkileniyordu? Nasıl bir hukuk söz konusuydu? Zenginler ve güçlüler için çalışan yasalar, insanları nasıl önce yoksullaştırdı; sonra da ölüme gönderdi? Bu ölümcül mekanizma, nasıl bir kamu yönetiminden onay aldı, nasıl bir mesleki denetimlerden geçti? Toplum, özellikle de kentliler; nasıl bu kadar sorumsuzca, ölümcül bir çevrede yaşamayı olağanlaştırdı?
Bunlara benzer pek çok soru tartışıldı, hala tartışılıyor ve daha da tartışılacak. Ama Türkiye için en tipik olan davranış biçimi galiba, bütün bu tartışmaların hiçbir yere varmadan hemen unutulmaya başlanması; bir süre sonra da, buharlaşıp-uçması... Benzer deneyimlerden hiçbir zaman gerçekten dersler çıkartılamamış olması. Çıkartılsa bile, bu derslerin gerektirdiklerinin kalıcılaştırıl(a)maması; ya da diğer bir deyişle belirli bir hukuk çerçevesinde düzenlenerek, kurumsallaşarak, uygulanarak ve sürekli denetlenerek, geleceğe güven verecek ciddi bir yaşam standardının kurulamaması...
Neden böyle? Bütün tarihi boyunca Anadolu halkı depremi tanıdığı halde, neden bu konudaki davranışlarını, kültürünü, diyelim Japon toplumu gibi değiştiremiyor? Deprem kadar somut ve yakıcı, hem de ölümcül ve acı veren durumlar için bile nasıl böyle bir şey yokmuş gibi davranabiliyor? Kültürü, depremsellikle birlikte yaşama doğrultusunda evrilemiyor? Ya da Şili veya Nepal toplumlarının yaptığı gibi, yapılması gerekenleri öğrenmiyor? Politik seçimlerini buna göre yapmıyor? Neden acil kurtarma örgütlenmesini beceremiyor, hatta daha kötüleştiriyor? Neden ve nasıl, afetin yaralarını sarmak için kullanılması gereken mali kaynakları, başka alanlarda harcıyor?
Bu tartışmalar henüz dinmemişken, bu defa, öncelikle depremin gerçekleştiği bölgede, daha sonra da diğer deprem bölgelerinin tümünde, yani nerdeyse bütün ülkede, "Nasıl bir gelecek kuracağız? Yıkımın olduğu kentlerde ve kırda yaşamı yeniden kurarken, bu büyük ve acil soruna nasıl yaklaşmak gerekir?" sorusu, can alıcı olmaya başladı? Başladı, çünkü iktidar, her zaman olduğu gibi, on binlerce insanın yaşamına mal olan bu durumdan da yararlanmaya, daha doğrusu, depremi "kendisi için bir fırsat olarak kullanmak" amacıyla hemen TOKİ konutları yapmaya girişti.
TOKİ'lemek, ya da, duyarsız bir dev inşaat makinesi olan TOKİ'nin, inşaat yaparak, yirmi yıldan beri iktidarın çevresini gönendiren, zenginleri zengin eden iş makineleri çalışmaya başladı. Yoksulları hiçbir zaman gerçekten düşünmeyen (ama politik gösterilerle, yoksullara konut yapmayı taklit eden), sosyal konut veya kiralık konut üretmek yerine her zaman mülk konut üreten dev makine, yine çalışmaya başladı. Böylece, hem durağanlaşan ekonominin çarkları dönmeye başlayacak, hem de evlerini kaybedenler, yeniden bir ev sahibi olacaklarına inandırılacak... İktidar seçimlere hazırlanmış olacak.
Bir kent nedir? Bir kentin yıkımının ardından kentsel bir dokunun ve yaşamın yeniden başlaması nasıl bir şeydir? Fiziki ve sosyal psikolojik olarak sarsılmakta olan bu insanlar için, yapılı mekanları ve toplumsal-kültürel çevreyi nasıl öngörmeliyiz? Ve yüzlerce, belki binlerce yılda, ilmek ilmek örülmüş o kentsel kültürel doku, bir defa parçalanınca, nasıl onarılabilir? Bu kadar hassas ve kırılgan bir çevreye, iş makineleriyle girilebilir mi? O acılı dünyaya, kırılmış ve sarsılmış insanlara, kentlilerin kendilerine özgü dokularına, bir müteahhit -üstelik büyük olasılıkla duyarsız, kaba ve çıkarcı müteahhit yaklaşımıyla, TOKİ'leme yaklaşımıyla- girebilir miyiz? Bu yaklaşımdan nasıl bir gelecek çıkartabiliriz? Aynı ölümcül hataları, daha ne kadar tekrarlayabiliriz?
İçinde bulunduğumuz durumun çok zor, çeşitli bakımlardan baş edilmesi olağanüstü güç bir durum olduğunu biliyoruz. Çok nazik ve kırılgan durumda olan milyonlarca insan var ve onların her birinin özgül sorunu, tek bir anda oluşuvermiş durumda... Diğer yandan, bir çözüm olmasa bile, yanıtların/ gelişmelerin, olabildiğince çabuk, acilen bulunması/yaratılması gerekiyor.
"Zaman her şeyi iyileştirir" diyemeyiz. Zamanın her şeyi nasıl, ne biçimde ve hangi sürelerde iyileştirebileceğini düşünmek ve tanımlamak durumundayız. Ama "biz" kim? Bu tür bir problem karşısında "biz" belki şöyle tanımlanmalı: Deprem bölgesinde sağ kalmış ve oradan ayrılmamayı veya oraya dönmeyi düşünen örgütlü ve örgütsüz yerel toplum ve bu toplumla dayanışmak isteyen ya da dayanışmak zorunda olanlar. Uzmanlar, meslek insanları, sivil toplum örgütleri, enformel örgütler ve küçük/büyük üreticiler ve elbette kamusal kuruluşlar... Merkezi ve yerel kamu yönetimleri, bu karışımda hiyerarşik ve baskıcı olmayan bir konumda yer alabilirse, yerel toplum, bu desteklerle, kendisi için elverişli bir gelecek kurabilir. Ancak bunun için, gerçekten demokratik ve etkin işleyen, sorunları ve kökenlerini derinlemesine anlayabilen ve çözebilen bir örgütlenmeye gerek olacak...
Türkiye'de bugüne kadar hiç yapılamamış, becerilememiş demokratik bir planlamayı, nasıl olacak da, deprem bölgesinde ve önümüzdeki problem bu kadar zor, hassas ve kırılganken yapabileceğiz? Belki hiç yapamayacağız. Ama bunu istemek, bunu denemek ve böylesi bir yerel demokrasiyle sivil ve kamusal güçlerin demokratik beraberliğini savunmak durumundayız.
Deprem bölgesinin geleceği için, katılımcı bir planlamayı istemek zorundayız.
Çok disiplinli ve disiplinler arası beraberliğin etkin bir biçimde işleyebildiği bir planlama yaklaşımını istemek durumundayız. Jeologları, mühendisleri, inşaatçıları, mimarları, bilgisayarcıları önemsediğimiz kadar; sosyal bilimcileri, iletişimcileri, antropologları, sosyal psikologları, eğitimcileri, doktorları ve ekolojistleri de önemsemeli ve birlikte çalışmaya çağırmalıyız. Her alandan diğer alanlara doğru, bilgi akışlarını sürekli sağlayabilmeli ve etkinleştirmeliyiz.
Eğer bu büyük, disiplinler arası, çok boyutlu, yerel ve evrensel karışım, bir planlama yapacaksa, bunu kültürel süreçlerle ve sanatın gelişimiyle birlikte ele almak gerekecek. Yeniden kurulan kentlerin yaşamı, eskiden ne kadar karmaşık ve çok katmanlı ve renkli idiyse, yine o kadar, belki daha da çok boyutlu ve çok fazla sentezi barındıran bir biçimde oluşması için düşünmeli, yaratıcılıkların meydana çıkmasına olanak sağlamalıyız.
Bizlerin, bu ülkede, bu yörede, kırda ve kentte yaşayan insanların; tüm bu yeniden oluşum sürecine katılım ve katkı sağlayacak potansiyeli ve gücü var. Bunu açığa çıkartabilecek dolayımları, düzenekleri ve düşünceleri, kuramları yaratacak ve geliştirebilecek güce ve donanıma da sahibiz.
Ancak, deprem sonrasıyla sınanmamız gerek...
Hazır mıyız?
Belki hiçbir zaman hazır olmayacağız. Türkiye'de yaşamın akış hızı oldukça artmış durumda ve en olağanüstü gündemler bile hızla değişiyor ve üzerinde durup düşünmeye-davranmaya fırsat bulamadan, yeni ve bir bakıma o da acil olan başka ihtiyaçlar yığılıyor üzerimize, sürekli olarak. Ancak her durumda, önümüzde kurulacak ve yeni, daha iyi olmasını umduğumuz bir gelecek var... Bu bilgi, hepimizi enerjik, ciddi ve çaba içinde, eylemli yapmaya yarıyor... Yüzleşeceğiz bütün zorluklarla, depremle, çürük kamu yönetimiyle, ayrımcı ve zalim, kaba ve insafsız kurumlarla ve despotlukla ve de en çok, kendi hatalarımızla...
Yüzleşeceğiz bütün zorluklarla, depremle, çürük kamu yönetimiyle, ayrımcı ve zalim, kaba ve insafsız kurumlarla ve despotlukla ve de en çok, kendi hatalarımızla..."
"Bizlerin, bu ülkede, bu yörede, kırda ve kentte yaşayan insanların; tüm bu yeniden oluşum sürecine katılım ve katkı sağlayacak potansiyeli ve gücü var. Bunu açığa çıkartabilecek dolayımları, düzenekleri ve düşünceleri, kuramları yaratacak ve geliştirebilecek güce ve donanıma da sahibiz."
Yorumlar (0)