Ne Yapmalı? Nereden Başlamalı?

Ne Yapmalı? Nereden Başlamalı?

İsminin içinde iki kez sol kelimesi yer alan bir gazeteye yazılacak yazıya uygun bir başlık olsun istedim. Yoksa bu yazıda başlığı emanet aldığım Lenin ya da onun yolundan gittiği Marks’tan sadece bir ruh bulabilirsiniz. Hani, “geçiyorken uğradım” gibi de olmasın. En azından yerimiz neresidir bilinsin diyedir bu referanslar. 100 yıl sonra bile meramını mükemmel anlatan bir başlık bu. Bizim sorumuz da tam budur; ne yapmalı? Nereden başlamalı? Lenin, “Ne Yapmalı?” eserinde, uzun uzun uzmanlık alanı örgütlenme üzerinde duruyor. “Nereden Başlamalı” makalesinde ise insan tahlilinden başlıyor. Bu kadar solculuk yeter. Şimdi, bu yol haritası üzerinden yürüyelim. Sorumuz temel ve açık:

Biz neyiz?

Yanıt arayacağımızın soru bu. Bilmem altını çizmekte yarar var mı, sorumuz “biz kimiz*” değil, neyiz. Biz kimiz sorusunun yanıtı her zaman, bize ait olmayan, geçici ya da bir biçimde sahip olduğumuz sıfatlardan oluşuyor, eğitim ile elde ettiğimiz, ya da yaptığımız iş ile sahibi olduğumuz. Doktor, yazar, akademisyen, haber müdürü, polis, iş adamı, gazeteci, simitçi falan. Biz gerçekten neyiz, bunlar olamayız değil mi? Bizim anlamlı, kalıcı bir şey olmamız lazım. Babalık, evlatlık, eş, sevgili, arkadaşlık gibi özellikleri de bir kimlik ve nitelik olarak eklersek, toplamda insanız işte diyebiliriz. Bu, tartışmayı kestirmeden bitirmesi umulan bir kaçış olabilir. Ama olmayacak. Toplamda insan yanıtı bizim ne olduğumuzu anlatmaya yeterli değildir. Teknik bir kategori olarak, bir istatistik yöntemi bağlamında matematiğin kabul edeceği bir yanıttır bu. Bizim şıklarımız arasında bu yok.

“Dünyanın neresinde olursa olsun, haksızlığa, hukuksuzluğa uğrayanlar politikanın hemen sol şeridine geçiyorlar.”

Demokratik olmayan ülkelerde, örneğin Libya, Suriye, Irak, Mısır gibi Ortadoğu ülkelerinde yaşananlardan sonra kolay bir biçimde “bu ülkelerde demokrasi işlemez, en ideal yönetim biçimi otoriter rejim” dedik. Hatta yaşanan pratik bu ülkeleri, “diktatör” dediğimiz insanların bugünkünden çok daha iyi yönetebildiklerini ortaya koydu. Çok kafamız karıştı doğal olarak. Ama teoriden kopup gelmiş bir pratik vardı önümüzde. Bir kez daha tüm medeni memleketlerin, maddi menfaatleri uğruna ucundan tuttukları ve sürekli bir insanlık dramı ürettikleri bir pratikti bu. Savaş ekonomisi ile piyasalarındaki durgunluğu aşan, kıyılara vurmuş çocuk cesetleri üzerinden “insanlıklarını” kontrol etmeye çalıştıkları kitlere hatırlatmaya çalışan bir rezalet tablosuydu bu. Onlarca yıl sürmüş soğuk savaş döneminin bile düşman hukukunu ve ahlakını içinde barındırmayan, dini motiflerle süsleyerek, kendisini sadece bu kimlik ile var eden ve bundan olmayanı yok eden bir vahşiliğe tanıklık yaptı 21’inci yüz yıl. Oysa daha 20 yıl öncesinin bilim kurgu filmleri başka bir dünya sunuyordu izleyicilerine. Bütün bu dramatik tablonun, mükemmel kurgu ve akışı ile izlediğimiz bu filmin oluşmasında, jeneriğinde yer alan isimler, o matematiğin kategorik olarak kabul ettiği “insanlar” yer alıyordu. Tam burada soruyu tekrarlamak lazım, biz neyiz?

Acılarla yoğrulmuş, ilk sahibi ile son sahibine kadar olan dönemlerde nelerin ve kimlerin yaşadığının çetelesinin bile tutulamadığı, hiçbir kavmin “buranın sahibi benim” diyecek kadar zamanının bile olmadığı bu coğrafyada, muhtemelen “geçici” olarak yaşayan bizlerin ne olduğunu da merak ediyor muyuz? Hadi aynaya bakalım, tanıdık bir şey görecek miyiz? Türkü söylemek isteyen, özgürce söylemek isteyen gencecik üç çocuk öldü kendilerini yatırdıkları açlığın koynunda. Ölümü kutsamayalım, hiçbir zaman mücadele dolu bir hayatın alternatifi olmamalı ölüm. Ama çaresizlik ölümün en büyük dostu. Art arda geliyorlar ve sırayı, nerede, kiminle olurlarsa olsunlar bozmuyorlar.  Annesi babası, adıyla konuşalım, omurgası din olan ve bugün devlet tarafından sevilmediği için baskı altında bulunan bir cemaat ile ilgileri bulunduğu için tedavisine izin verilmeyen çocuk, yavaş çekim bir belgesel film hızında öldü. Bunları hemen dün, bu coğrafyada, elimizi uzattığımız zaman değecek bir yerlerde yaşadık. Sorumuza yanıt alalım. Matematiksel olarak bile ölenler ve bir biçimde onların ölümlerinde dahli olanlar hepsi birden kategorik olarak insan mı? Siz kabul etseniz bile matematik buna itiraz eder. Aynada gördüğümüzden hoşnut değiliz değil mi?

Buralardan ne olduğumuza ilişkin bir tanım, tarif çıkmaz. Biz bir “hiçiz” diyeceğim ama ardında gelecek, mükemmel felsefi tartışmanın bizleri yoracağından eminim: Hiç nedir abi?

Tarih karamsarlıkları değil, umut ve cesaretleri kayıt altına alır. Bu akıllı bir tercihtir. Karamsarlıklar, korkaklıklar, tarihin yapı taşları değildir. Pek çoğu ile aynı adı paylaşmasak da, aynı gemi veya düzlemde bulunmasak da nitelik ve diğer canlılarla, dünya ile ilişkisi üzerinden tanımlayabileceğimiz insan diye idealize de edilebilen bir canlı türü var. Bunlar, bugün aradan geçen binlerce yıla karşın hala insan olmanın çabasındalar. Binlerce yılda, teknolojik olarak epeyce yol almış olsalar bile, değerler açısından herhangi bir hayvanın ilerisinde olduğunu hiç kimse iddia edemez. Bunun testi her gün onlarca kez yapılıyor.

Her şey politiktir. Hayat talep ve itiraz üzerine inşa edilir. Talebin ve itirazına göre yaşarsın ve o senin politik kimliğin olur. Ne yaşadıysan, o sensin. Hayat tüketilmesine karşın insanların sürekli yanında taşıdığı bir yüktür, evet yüktür. İyi de olsa kötü de olsa. Buradaki fark iyi ile kötü arasındaki o büyük farktır ve önemlidir. Yük olması bundan sonra gelir. Ve bu yük aynı zamanda sizin ne olduğunuzun da tek şıklı yanıtıdır.

Korona sorası yeni bir dünya kurulacağına ilişkin tez öne sürülüyor. İddialı cümlelerle bunun mutlak olduğu da dile getiriliyor. Değişmez, meseleyi uzatmayalım. Yaşlı yerküre onlarca salgın geçirdi, milyonlarca insan öldü. Son dünya savaşına bütün canlıları öldüren bombalar atıldı iki kente. Ve bütün canlıları öldüren bombayı atanı şampiyon ilan ettiler, utanmadı, üzülmedi kimse. Sonrasında dünya değişmedi. Hiçbir şey olmadı, bütün ülkeler, şampiyon olmak için tüm canlıları öldüren bombaya sahip olmak istedi. Şimdi de değişmeyecek. Kapitalizm kendisine yeni bir format atarak yoluna devam edecek. Biz de yeni formatı, yeni sürümlü ideolojik kavramlarla eleştirmeye ve tahlil etmeye devam edeceğiz. Mekanik bu durum devam edecek yani.

Dünyanın neresinde olursa olsun, haksızlığa, hukuksuzluğa uğrayanlar politikanın hemen sol şeridine geçiyorlar. Çünkü o yol onları itiraz ve hak, hukuk arama kavşağına götürüyor. Türkiye’de de aynısı oluyor. Muhafazakâr hatta İslamcı yapılar, ülkücüler, hızlandırılmış kursun, kırmızı kurdeleli öğrencileri gibi hemen durumu kavrayıp, hak aramanın ortak dilini, ortaklaşa kurulacak demokrasinin yöntemini tartışmaya başlıyorlar. Referandumdaki hayır bloğu tam da buydu. Bu anayasal düzenle derdi olan, muhtelif kimlikli insanlar, itiraz ettikleri anayasal düzene, nitelikli olarak, nedenini açıklama yeteneğiyle sahip çıktı. 

Şimdi burada biraz soluklanmak lazım, rafine hukuk, mutlak demokrasi talebi ortak nokta olarak duruyor. Buradan başlamalı. Sonrası örgütlenme ve bilinç. Tüm bu süreçlerde sürekli önümüzde duracak soru: Biz Neyiz? Yanıtını, tüketilen bir hayatın vereceği bir soru. Bizler için çalıştığımız yerden gelen bir soru…

Yazar Sedat Bozkurt
  • Paylaş